12. Hafta Hukuk Felsefesi Dersi

Bu hafta derste adalet kavramı üzerinde durmaya devam edeceğiz ve bu bağlamda John Rawls’un adalet teorisini tartışacağız. Bu kapsamda aşağıdaki makalelerin (son makaleyi okumak isteyen ve vakit ayırabilenler için) okunması ve değerlendirme / görüş / eleştirilerin 17 Mayıs Pazar günü saat 20:00’ye kadar gönderilmesi gerekmektedir.

“12. Hafta Hukuk Felsefesi Dersi” için 45 yorum

  1. 11.hafta reaksiyonunda hukukun daimi görevinin düzen olduğunu belirtmiştim fakat bu düzenin kapsamının ne olduğunu açıklamayaşıma ve hukukun daimi görevinin neden düzen olduğunun açıklamalarına ilişkin bu yazı 12.hafta makaleleri kapsamında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

    Hukukun görevi adil düzeni sağlamak değil düzenli adaleti sağlamaktır. Bunun başlıca iki nedeni olduğu kanaatindeyim ilk neden öznel bir kavram olan “adalet” kelimesinin toplumsal bir kabulünün olabilmesi için toplumsal bir düzenin varlığının ve kabulünün olması koşulu ikincil nedense “adil düzen” tamlamasının anlamı gereği şimdiki zamanı (hukuk tarihi için şimdiki zaman sayılabilir zamanlar) düzenleyici bir etkisi olması nedeni ile hukukun değişiminin hiçe sayılması sonucunu doğurması oysa düzenli adalet anlayışı, adalet kavramının veya fikrinin her düzene uygun oluşması gerektiğinin bir gereği olarak toplumsal yapının ihtiyaçlarına göre gelişen sorunların ve oluşan değişimlerin çözümü için düzenli adalet gerekmekte, düzenli adalet amacı adaletten önce düzeni sağlaması gerekmekte ancak bu düzenin oluşum amacı adalet kavramını tanımlamak, açıklamak olduğu için oluşturulan düzenin adalete aykırı olmaması gerekmektedir. Gene belirtmek gerekir ki adaletin sağlanabilmesi için bir düzenin olması gerektiği kanaatindeyim bu düzenden anlaşılması gereken insanların kendilerini bağlayıcı kılan belirli kurallar koyma iradelerini göstermek olarak kısaca açıklayayım. Nitekim Rawls’un varsayımsal olarak oluşturduğu ilk durum örneğinde de insanların adalet kavramı üzerine ortak bir karar verebilmeleri için Rawls tarafından varsayımsal olarak oluşturulan ilk durumdaki insanların kendilerine özgü bireysel özelliklerden arındırılması bir düzen oluşumuna örnektir. Rawls’a göre insanlar bu ilk durumdan sonra adalet ilkelerini belirleyebileceklerdir.

    Adil düzeni sağlamak hukukçunun görevidir. Hukukçunun nezdinde üç adalet anlayışı bulunmaktadır. Kendi adalet anlayışı, döneminin adalet anlayışı, yasal düzenin adalet anlayışı bu üç anlayış birbirleri ile karşıtlık içerisinde olabilir işte hukukçu bulunduğu düzen ve ortam gereği kendisine verilen veya kendisinde bulduğu yetki dolayısıyla “düzendeki adaleti” değil adil düzeni sağlamakla görevli olmalıdır.

    “İnsanın doğası öyledir ki suçlamak, bağışlamaktan daha az hitabet gerektirir; ve mahkum etmek, bağışlamaya kıyasla adalete daha çok benzer.” (Hobbes, Leviathan)

    Saygılarımla…

    Ahmet Berk Yılmaz / 201751195

  2. Rawls’ın adaletin sağlanması için gereken tek şeyin hakkaniyet olduğu, hakkaniyet olarak adalet anlayışına katılmak pek mümkün değil. Adaletin oluşmasında birden çok kavramdan söz edebiliriz. Belki de hakkaniyet en önemli biçimi fakat bunun yanında eşitlik, tarafsızlık gibi kavramları da düşünmemiz gerekir. Rawls’ın bir diğer adalet anlayışı olan herkesin eşit haklara sahip olması ve özgürlüğü önceliğe alması yorumuna katılmaktayım. Özgürlük ve eşitlik ilkelerini doğru bir şekilde uygulayan her toplum adaletli toplum olmaya adaydır. Fakat tabi ki özgürlük kavramına birtakım sınırlandırmalar getirilmesi gerekir. Rawls’ın da değindiği üzere bu sınırlandırmaların da bir ölçüsü olmalıdır. Bu ölçüyü belirleyen bir düşünce olan özgürlüklerin ancak özgürlükler için sınırlandırılabileceğine katılmaktayım. Bu anlayış benimsenirse özgürlüğün sınırlandırılması adı altında yapılacak olumsuz uygulamaların önüne geçilebilecektir.

  3. Hukuk felsefesinin temel sorusu olan ‘Adalet nedir?’ sorusuna her dönemde farklı yanıtlar verilmiştir yani nesnel yanıtı olan bir soru olmamıştır. Adalet kavramı jus sözcüğünden türetilmiştir. Eski Ahit’te insanın boyun eğdiği tanrı adil bir yasa koyucu ve yargıçtır. Buradan şunu çıkartabiliriz adaleti kutsal değerleri mertebesinde görüyorlar. Platon’a göre hukukun yöneticilerin üstünde bir yönetici olduğunda adalete kavuşulur. Bu görüş Anayasamızın 2. Maddesindeki hukuk devleti ilkesi ve hukukun üstünlüğü ilkesi ile bağdaştırılabilir. Adalete felsefi olarak ilk yaklaşım Platon’un devlet kitabında olmuştur. Platon adalete büyük bir önem vermiştir ve en yüksek erdem olarak nitelendirmiş, toplumda mutluluğun temelinin adalet olduğunu söylemiştir. Aksini söylemek de pek mümkün sayılmaz adalet olmayan bir yerde tam anlamıyla hangi erdemli davranıştan veya huzur içinde yaşayan bir toplumdan söz edilebilir ki? Adaletsiz bir ortamda belki birini veya bir kesimi o an için mutlu etseniz bile adaletsiz çark mutlaka bir gün o kişi veya kişilere denk gelecek ve onlarda bundan başına gelene katlanacaktır. Aristotles’e göre her şey doğasındaki mükemmelliğe ulaşmaya çalışır bu nedenle adalet yalnızca yasalar tarafından ilişkileri düzenlenmiş insanlar için geçerli bir kavramdır. Thomas Aquinas ilahi bir yaklaşımla; ilahi akılla yönetilen dünyanın yansıması olan adalet insanı nihai mutluluğa yöneltmektir şeklinde düşünmektedir. Hobbes’a göre adalet insanların anlaşmaya uymasıdır ama bu anlaşma devletin zorlayıcı gücünü içermelidir bu nedenle devlet otoritesi yoksa adalette yok görüşünde. Burada da mutlak otorite Leviathan’ın yansımalarını görüyoruz. John Rawls A Theory of Justice adlı eserinde adalet=hakkaniyet anlayışını ileri sürmüştür.Toplumun adil olması için gerekli şeyler hakkaniyete uygundur sonucuna varılır.Adil toplum ilkeler üzerinde kurulmuştur.Gördüğümüz üzere adalet kavramı her donemde her toplumda farklı farklı nitelendirmelere temellendirmelere rastlamıştır.Adalet objektif nesnel bir tanım içermese de toplumsal hayatımızın yapı taşıdır,diğer erdemler onun yan destekçilerdir.Adil olmayan bir toplum huzur ve rehavete erişemez.
    YAĞMUR ALPSOY
    201751009

  4. Adaletin ne olduğuna bakacak olursak bu noktada birbirinden farklı anlayışlarla karşılaşıyoruz. Adaletin ne olduğunu tek bir tanımla ifade etmek mümkün değil. Bu sorunun üzerine bir çok anlayış gelişmiştir. Mesela Aristoteles “eşitlik olarak adalet” anlayışıyla karşımıza çıkar. Yasaların ve hukukun işlevinin eğitici olduğunu söyler. Ve adaletin yalnızca ilişkileri yasalarla düzenlenmiş insanların arasında var olabileceğini savunur. Ve adaleti genel- özel olarak ikili bir ayrıma tutar. Bunun dışında roma hukukunda “insan doğasının ilkelerinin yansıması olarak adalet” anlayışını görüyoruz. Bu anlayışı göre de yasalar ve hukukun kölesi olduğumuz müddetçe özgür olabiliriz. Augustinus’ un adalet anlayışı ise “sevgi toplumunun huzur ve düzeni olarak adalet” anlayışıdır. Toplumların tanrının koyduğu ebedi hukuk kurallarıyla idare edileceğini ve bunun neticesinde de Hristiyanlık aşkı ve sevgisiyle dolu bir toplumun meydana geleceğini söyler. Aydınlanma çağı filozoflarına göre adalet ise, en genel manada hukuka ve hukuk kurallarına uygun olandır. Görüldüğü üzere adalet kavramı insanlar var olduğundan beri ve onların gelişim süreçleriyle beraber sürekli olarak bir değişime uğramıştır. Farklı dönemlerde hatta farklı toplumlarda birbirinden farklı adalet anlayışlarıyla karşılaşıyoruz. Günümüze de bakacak olursak her toplumun her devletin adalet anlayışının farklı olduğunu görebiliriz. Elbette belli başlı bazı evrensel adalet kuralları vardır çoğu toplum tarafından benimsenen. Ancak adalet kavramı bunlarla sınırlı değildir her devletin her toplumun gelişmişlik düzeyine göre göre inandığı değerlere, inanca göre, örf-adet gelenek ve göreneklerine göre bir takım farklılıklar ortaya çıkar. Ama genel anlamda adaleti hukuka ve hukuk kurallarına uyma neticesinde ortaya çıkan sonuç olarak niteleyebiliriz kanaatimce. Adalet anlayışı her ne kadar dönemlere, toplumlara hatta bireylere göre farklılık gösterse de olmazsa olmaz bir kavramdır. Adalet olmazsa bir devlet ayakta duramaz, toplum dağılır. Her bireyin içinde olaylar karşısında dışarı çıkarmak istediği bir adalet duygusu vardır. Adalet kavramı üzerinde John Rawls’ ın düşüncelerine değinecek olursak, Rawls adaletin hakkaniyet olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Ve ona göre hakkaniyet olarak adalet kuramı, aslında adil bir toplumu meydana getiren şeylerin doğasını kavrayacak genel ilkeler ileri süren bir etik anlayışıdır. Ve toplumun adil olmasını da o toplumun hakkaniyete uygunluğuna bağlamıştır. Adil bir toplum, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini koruyan kurumları olan ve kaynakların dağıtımını en uygun şekilde sağlayan bir toplumdur Rawls’ a göre. Bu noktada kendisine katıldığımı söyleyebilirim. Gerçekten de kaynakların dağılımın bireyler arasında hakkaniyete uygun olarak dağıtılmadığı veya bireylerin haklarının görmezden gelindiği, özgürlüklerinin ciddi manada kısıtlandığı bir toplumda adaletten de bahsetmek mümkün olmayacaktır. Rawls toplumu adil bir toplum kılmak için iki ilke ileri sürer. İnsanların hakkaniyet olarak adalet ilkeleri üzerinde karar kılmak için karşılamaları gereken iki koşul vardır. Bunlardan ilki her bireyin adil olanın ve olmayanın ne olduğunu noktasında ussal olarak karar verme yeterliliğinin olması. İkinci ise bu ussal insanların toplumun nasıl meydana getirileceği konusunda işin başındayken bir anlaşmaya varmış olmaları gerekmesi. Yani ona göre hakkaniyet olarak adalet kuramının işe yaraması bu ilki ölçütle meydana gelmektedir. Rawls’un biçimsel adalet kuramı ilk durum a dayanır. Kişiler bu ilk durumda kişisel görüş ve çıkarlarının henüz farkında değillerdir. Kendilerini cehalet kavramı içerisinde değerlendirirler. Bu nedenle bu ilk durumdaki insanlar kişisel çıkarlardan uzak bir adalet kuramı inşa edeceklerdir. Birinci ilkeye göre bireysel hak ve özgürlükler tüm yurttaşlar için eşit olmalıdır. Bu noktada ona katıldığımı belirtmek isterim. İkinci ilkeye göre ise sosyal ve ekonomik eşitsizlikler öyle yapılandırılmalıdır ki toplumda en az avantajlı olanların durumu daha da kötüleşmesin. Rawls’ a göre adil bir toplumun temelini bu iki adalet ilkesi oluşturmaktadır. Gerçekten de bireylerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması veya kendi aralarında bir eşitliğe maruz kalmaları yani bir kısma daha çok özgürlük tanınırken diğer kısma hiç tanınmaması veyahut daha sınırlı tanınması bunun yanında sosyal ve ekonomik eşitsizlikler sebebiyle toplumların zaten halihazırda avantajı az olanların durumunun daha da kötüye gitmesi hallerinin varlığı durumunda adil bir toplumdan söz etmek mümkün olmayacaktır.
    Eslem DEMİRHAN

  5. Yazıma başlamadan önce her zaman olduğu gibi nasılsınız, sevgili arkadaşlarım? Bu haftaki makaleler oku oku bitmedi. Ben geçen haftakileri karmaşık bulmuştum ama haksızlık etmişim. Bu haftaki makaleler onları karmaşıklık konusunda solladı. Bana karmaşık gelmesinin sebebi; ekonomiye ilgi duymamam olabilir. Ekonomiden ciddi anlamda nefret ediyorum. Lisede en sevdiğim ders olan tarih derslerinde bile ekonomi geçsin hemen uyurdum. Üniversite yaşamım açısından da farksız sayılmaz, bu durum. Sizler de fark ettiniz mi, fakülteye başladığımızdan beri bir adalettir gidiyor. Ve bizler hala adalet kavramına bir çözüm bulamadık. Bulamayız da gerçi, benimki sadece küçük bir espriyle karışık gönderme. Sizlere bir itiraf yapayım ( sakın hoca duymasın) makalelerin ilk olarak son sayfasına bakıyorum, kaynakça kısmına, nedeni ise şu; bu bölüm ne kadar uzun olursa benim okuyacağım sayfa sayısı azalıyor 🙂 . Ben kaynakça kısmı uzun olan makaleleri daha çok seviyorum, bir de ben zaten her şeyi yavaş yavaş okuyorum, bundan dolayı da okuma sürem ömrümün yarısını alıyor ( abartma sanatı da yaptım). Üstelik makaleler az da değil artı olarak sayfa sayıları da fazla, haliyle okuyunca uyumaya başlıyorum ( ilgimi çeken hiç komik yazış tarzları da yok, mesela Nihan, Kemal Gözler’i okurken haliyle güler ama Deniz ve Nihan, bu makaleleri okurken, içlerine bir fenalık çöküyor. Nasıl anlatsam Uğultulu Tepeler romanını bitirmeye çalışırken ki ruh halim gibi… Ne oluyor, olay örgüsünü nerede bıraktım, bu kimdi ya, şimdi neden böyle yaptı diye gidiyor). Kendimce eleştirme hakkımı kullandıktan sonra sorularıma geçiyorum. İlk sorum sevgili hocam, siz hem sınav kağıtlarımızı okuyup hem de tepki yazılarımızı okuyup bir de akademik çalışmalar var tabii ki de, özel yaşama(hayata) nasıl vakit buluyorsunuz? Şahsen bizlerin her şey birbirine girdi. Rica ediyorum bunun formülünü bizlere de açıklar mısınız ( özel değilse tabii)? Tamam ,tamam, şaka yaptım lakin ciddilik oranı yüksek. Şimdi asıl konumuza dönelim bu ince esprilerden sonra yani Rawls’a dönelim(ya dönmesek, ben ne yazacağımı hiç bilmiyorum, ortaya karışık bir şey olacak anlayacağınız).

    Rawls’ın adalet düşüncesi bana geçen seneye ait bir anıyı hatırlattı, belki sizler de hatırlarsınız arkadaşlar; hani geçen sene metodoloji dersinde, ikna olmak ve inanmak arasındaki temel farka değinmiştik ya. İnanmak daha içtendi hani. Şimdi biraz hatırlamış olabilirsiziniz diye umuyorum( hatırlamadıysanız da notlarınıza dönüp bakın, merak etmeyin ne düşündüğünüzü hissedebiliyorum aynen şu, oldu canım geçen seneki notlara bakalım, geç sen bunları…). Bu düşünce beni ikna etti, lakin inandıramadı.

    İlk olarak şu tabir ettiği, cehalet peçesi nasıl olacak? Daha doğrusu bu durumu nasıl sağlanacak? Cehalet peçesinin sağlanması mümkün mü? Bu durumun oluşması için hangi koşulları öngörüyor? Kişiler bu durumda nasıl olacak da hiçbir koşul düşünmeden hareket edecekler? Açık olmak gerekirse ilk koşulun bir inandırıcılığı yoktur. Kişilerin kim olduklarını bilmemelerinin ve bu doğrultuda karar vermelerinin, herkes için iyiyi istemeleri koşulu biraz bilim kurgu roman veya filmlerini anımsattı çünkü ancak sanal bir dünya ile bu mümkün olabilir, bu teori. Günümüz şartlarında sözleşme öncesi durumda böyle bir tasnif çok komik bir düşünceye elveriyor. Hatta, bizim 3 silahşor dediğimiz tabiri caizse ( en azından ben böyle tanımlıyorum, kendilerini) toplumsal sözleşmeciler de öbür dünyadan Rawls’ın bu betimlemesine aşırı ölçüde gülüyorlardır. Hobbes, Locke’a oğlum ya Rawls diye biri çıkmış diyor ki: Yok insanlar düzeni sağlarken hiçbir şeyi düşünmezlermiş, tamamıyla nötrmüş, kişisel çıkarları yokmuş çünkü kim oldukları konusunda herhangi bir fikirleri dahi yokmuş vs. diyor. Locke da Hobbes’un bu cümlesine güle güle tekrardan ölmüş. Locke: Hobbescum senin doğa durumunun bile bir gerçekliği vardı, dahası Levihatan’ın bile devlet tasnifiyle örtüşüyordu. Lan bu Rawls ne saçmalamış… Yani Rawls, ölüleri bile tekrar gülmekten öldürdün. İkna edici olabilir, ama inandırıcılığı yok, kendi fikrimce. Ve Rawls, Locke’a Hobbes’un bile kendi dönemi göz önünde bulundurulduğunda senden daha iyi bir teori ortaya koyduğu düşüncesinde katılıyorum. Rawls, sanırım sen de felsefe derslerini iyi öğrenememişsin, tıpkı Nihan gibi 🙂 üzülmeyin sizin yerinize ben( Deniz) öğreniyorum, sizler içinizi rahat tutun.
    Rawls’ın adalet düşüncesinin modern dönem devlet anlayışları ile ele alırsak, zaten bu düşünceyi sağlamıyor mu? En azından belli ölçüde de olsa kapsıyor. Gerçi felsefi düşüncelerin çoğu devlet yapılanmaları ve kuralların oluşması bakımından birer kaynaktır. Her şeyin bir felsefesi vardır, sonucuna mı ulaşıyoruz acaba buradan. Nihan: Olabilir, Deniz ne de olsa Anayasaların bile bir felsefesi var 🙂 .

    Rawls, benim aklıma takılan bir husus var. Hani sen her birey eşit demiştin ya ve bu doğrultuda kamu hizmetine girmek bir haktır. Ve bu hak, liyakat esasına göre belirlenir. Kimin kamu personeli olup olamayacağı. Görünüşte bir eşitlik anlayışı var, lakin işin içine girince durum biraz değişiyor. Senin bu teorin de görünüşte mükemmel, ama içi boş. Cehalet peçesi durumu pek işlerlik kazanmamış doğrusu, en azından ben öyle görüyorum. Hakimlik/Savcılık mülakatlarında belli bir puan barajını aşanlar mülakata çağırırlar. Evet, buraya kadar eşitlik sağlanıyor. Asıl mesele bundan sonrasında ortaya çıkmıyor mu? Mülakat esnasında halk arasında yaygınlaşmış bir kelime olan ‘’referans’’, referansın kim sorusu. İşte, bu kelime çok ince bir noktaya denk geliyor. Adeta hakimlik mesleği ile senin arandaki ince bir ip. Bu ipin kopmaması sadece tek bir şeye bağlı o da tahmin edeceğiniz üzere ‘’referans’’. Hani eşitlik burada, hani eşittik? Çok ince nüanslar bu arada bunlar. Rawls , bir başka konu ise şu yine hakimlik ve savcılık mesleğine giriş koşulları arasında bedenen düzgün olmak gibi saçma sapan, akla ve mantığa uymayan bir kural var. Ben bu kuralı geçen sene öğrenmiştim. Bir seminerdeydim, Gazi Hukuk’ta okuyan oldukça başarılı olduğunu gözlemlediğim bir çocuk vardı. Ve benim bir dönem üstüm ( yaşça ben daha büyük olabilirim tabii, benim yaşıtlarım staja başladılar yaa, ben hala fakültedeyim, bu okul hiç bitmeyecek mi? Sanki ömrüm hep fakültede geçecek gibi hissediyorum. Umarım sadece bir histir…). Konuşma esnasında her soruyu biliyordu, belli inek tayfadan. Ama yalnız koltuk değnekleri olmadan yürüyemiyordu ve annesi de ona yardımcı oluyordu, salonda annesiyle birlikte oturuyorlardı. Eski bir hakime, hakim olmak istediğini ama bu kural dolayısıyla olamayacağını söylemişti. O esnada öğrenmiştim böyle bir kuralın varlığını. Bu kişi de, ona, gerçekten hedefi ise bir yolunu bulup o kuralı değiştirişin, merak etme, sen yeter ki çabala demişti. Çabalamak, pes etmemek sonuna kadar gitmek… İnsan yoruluyor belli aşamadan sonra, Nihan gibi inatçı olamamak lazım belki de cidden akışına bırakmakta faydalı olabilir, şaka yapıyorum gençler. Düşe kalka öğreniliyor, hayat. Nerede kalmıştık, şu saçma kuralda hani burada eşitlik? Bizlerden okuyup anlayan, doğru karar veren, olayları iyi analiz eden ve doğru gerekçeler ile karar veren bir hakim adayı mı olmamızı bekliyorlar ya da bir manken mi? Bu kuralın varlığından bir manken olmamızı bekliyorlar diye anlıyorum. Eli yüzü düzgün olsun, bir engeli bulunmasın…. Ya siz hem manken hem de evlenecek kişi mi arıyorsunuz, sayın kuralı koyanlar? Akıllı olmasa da olur, güzel olsun ya da yakışıklı iş bitmiştir, sahi öyle mi? Sanırım Rawls, senin bu adalet düşüncen kamusal alana da uygulanamamış. Eşit değiliz. Haklarımızı kullanırken, bize verilen haklarımızı, tıpkı bu kural gibi adalete aykırı bir ölçüde önümüze set çekiyorlar. Kamusal kaynaklar herkese öyle açık değil. Lakin öyle olmalı, herkesin bu kaynaklara erişim hakkı olmalı, dediğin gibi.

    Eleştiriler arasında da yer alıyordu, tabii ben yanlış hatırlamıyorsam. Çalışmayanlar (keyiften değil tabii ki de), engelli olanlar bu insanlar için adalet nasıl belirlenecek. Cehalet peçesi ile oluşturulan kuralların arasında bu duruma ilişkin kurallar var mı? Yoksa çalışan ve üreten bir insan modeline yönelik mi, bu teori? Engelliler, yaşlılar, çocuklar, emekliler vs. ele alındığında bu adalet neye göre belirlenecektir? En az avantajlıların korunması görüşüne giriyorlar mı? Yoksa girmiyorlar mı?

    Çok uzatmak istemiyorum gerçi ama, hak gerçekten faydayı önceler mi? Bireyler faydadan ziyade haklarını mı düşünür? Mesela, bir fabrikatör düşünün, eski Türk filmlerinden bir anı, işçilerin ona ne kadar fayda sağladığıyla mı ilgilenir yoksa onların sahip olduğu haklarla/özgürlüklerle mi?
    Eğer birey, kendi iyisi peşinden koşan pür rasyonel bir varlık değilse o zaman felsefi düşüncelerin çoğunu Antik Yunan’dan başlayarak çürütüyorsun. Özellikle, Hobbes bu duruma çok alınmıştır. Bu konuda da sana katılmam pek de mümkün görünmüyor. İnsanın doğasında minimum düzeyde de olsa bencillik ve kıskançlık vardır( örnek, Nihan’da bu Anayasa deyince başlıyor… 🙂 ). Rawls, keşke makul davranan birer varlık olabilseydik. Her anlamda. Lakin, insanların çoğu hakkaniyet duygusu ile makul davranmıyor aksine ilk durum gibi davranıyorlar. Ancak, hakkaniyet duygusu ile davranan makul bir varlık olmalıyız. Bundan bahsedince yukarıdaki paragrafla bağlantı bir örnek vermeden geçemeyeceğimi anladım. Yukarıdaki paragraftaki fabrikatörümüz( yakışıklı, uzun boylu, bir de olmazsa olmaz şartımız tabii ki de varlıklı olması, yoksa niye kızlar baksın…) işçilerini nereden bakarsan bak en az 12 saat, yemek molası hariç çalıştırsın haftanın 6 günü ve günlük saat başı ücretleri de 10 TL dersek, bir işçi günlük 120TL kazanıyor demek oluyor. Haftalık kazancı 120×60=720 TL. Aylık kazancı da 720×4=2880 TL oluyor. Günümüz şartları ele alındığında bu aylık kazanç ( bu arada matematiğim çok iyidir, ciddiyim. Gülmekten hata yaptımsa düzeltin lütfen) asgari düzeyin bile altında kalıyor. Şimdi bir işçinin bu şekilde çalıştırılması veya çalışmaya mahkûm olması, işveren açısından gayet faydalı, daha çok kar ediyor olmalı. Sen kalk git işverene hakkaniyete uygun makul karar ver dersen muhtemelen bu işçilerden biri veya birkaçı işsiz kalacaklardır. Bizim fabrikatör çok cimri çıktı, ama kendi çıkarından bağımsız hakkaniyete uygun makul bir iş ücreti de verebilir. En azından insan olan biri bunu düşünmeli… Toplumsal adalet sağlanması açısından düşünülmeli belki de. Bu ülkede veya başka bir ülkede herkes popüler meslekleri yapmak zorunda değil, bizlerin asıl olarak diğer koldan meslekleri yapan insanlara ihtiyacımız var. Onları en az avantajlı kategorisine koymamalıyız. Hele ki bu dönemde kargo çalışanları olmasa bitmiştim ( farklı 3 siteden kitap(lar) sipariş ettim, özellikle Anayasa kitaplarını görünce Nihan dayanamadı, bir sitede de sepette var şu an, son kargosunun gelmesini bekliyor sipariş etmek için. Kardeşinin deyişi ile evi sahaf dükkânına çevirdi ama okumaya fırsat bulamadı. Anlayamadığım bir husus olarak kalacak bu Nihan aramızda ve bu sitelerin üçü de aynı kargo şirketini kullanıyorlarmış, kod ata ata bıkmışlardır, bir de artık evi ezberlediler diye umuyorum 🙂 ). Ya da fırıncı ekmek yapmaz ise o ekmekler nasıl alınıp dağıtılacak. Sokakları temizleyen görevliler olmazsa nasıl gezeceksiniz sokaklarda. Hep popüler meslekler önem kazanmamalı. Bütün çalışan insanlar aynı değere sahip olmalı. Ücret dengesinde de adaletli olunmalı. Sırf işçi diye onu yaşam standartlarını gözetmeden bir ücrete mahkûm etmemelisin, sayın fabrikatör.

    Özetle, Rawls’ın düşüncesinden, Nihan hiçbir şey anlamadı. Deniz ise anladığı kadarını kurgulamaya çalıştı. Deniz, aslında bu teorinin belli kısımları hariç uygulama alanı olabileceğine de inandı. Ama bu teorinin iktisat temelli olduğunu düşünüyor. İktisattan bağımsız bir şey varmış gibi sanki, felsefeden bağımsız düşünce varmış gibisine benzedi… İlk önce iktisadı iyi anlamamız gerekiyor lakin bu ikimizde de olmayan bir durum, sınıfta kaldık bu konuda. Diğer haftaların konuları daha eğlenceliydi… Yazması da eğlenceliydi, en azından yazabiliyordum. Şimdi tıkandım. Şu pasta mevzusu olayı örneklemek açısından çok iyi olmuş bana kendimi hatırlattı (Nihan). Ispanaklı pasta getirmişti, teyzem. Evdeki biri diyet yapıyor, babamda yemedi, annem ile bana kaldı yuvarlak pasta ama ben baştan söyledim bu pasta benim diye. Annem yemeye başlayınca her şeyi yiyor ( şaka değil, dondurma kutusu bile hemen bitmiş olabiliyor). Annem 2 dilim verdim ama küçük değildi dilimler %25’ini o yedi. %75’ini ben, toplamda 2 günde yedim. Adil oldu bence, zaten bana getirilmişti 🙂 . Yaşasın bencillik…

  6. Rawls, A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi) kitabında faydaya dayalı bir etik anlayışını eleştirmekle beraber haklara dayalı etik anlayışını ortaya koymuştur. Rawls liberal sistemde refahtan yeterli pay alamayacak olanlar için sistem iyileştirmesi yapmak istemektedir ve adaleti eşitlik olarak anlamaktadır. Bu nedenle Rawls’a göre başkalarının özgürlüğüne zarar vermediği sürece bireyin özgürlüğünü garanti altına alacak ve toplumda fırsatların tarafsızca dağıtılması olanağını sağlayacak ilkelerle bu eşitliği sağlamak gerekir. Rawls adalet kavramını metafizik bir boyuttan çıkararak siyasal bir düzenin parçası yapmıştır. Cehalet peçesi kavramı ise tarafsızlaşmanın zorlama bir aracıdır. Daha kim olduğumuzu bilmeden bir aidiyet duygusuyla toplumun bir örgütü üyesi olur ve toplumsal düzene ayak uydururuz ve kimin yöneteceğini biliriz. Orijinal durumdan bahisle ise Rawls : “Toplumun temel kurumları içinde tarafsız ve makul bir eşitlik biçiminde gerçekleşen adaleti garanti etmek.” amacındadır. Ancak Rawls’un bireyleri bu kadar eşit ve düşünmeye hazır görmesi bana göre uygun değildir çünkü makul olacak olan herkes için farklıdır. Rawls’un varsayımsal durum tanımındaki asıl amacı faydacılığın eksikliklerini gidermektir. Rawls meşruiyet için, “hak kişisi” olarak tanımladığı liberal bireyi gösterir. Ekonomik haklar açısından ise refah devleti kavramı önemlidir. Ekonomik haklar kendiliğinden gerçekleşen bir mutluluk ortamı yaratamazlar. Bu özellikle de avantajsız konumda durumda olanlar içindir. Toplumdaki acılar ortak olmalıdır ve buna ekonomik bir çöküntü de dahildir. Toplumun bir kesimi devamlı zenginleşip diğer kesiminin ise refah seviyesi gitgide düşüyorsa burada adil bir toplum düzeninden ve toplum bilincinden bahsedilemez. Devlet görünmez bir elle buna müdahale etmelidir. Buna da sosyal refah fonksiyonu denmektedir. Rawls’un özgürlük ilkesi belirli bir model bağlamı içinde etkinlik ve fırsat eşitliği anlamları ile bütünleşir.

  7. Hukukun adalete uygun olduğu konusundaki görüş ayrılıkları mevcuttur. Bunun nedeni kişilerin adalet konusundaki fikirlerinin kendi kişisel çıkarlarına ve inançlarına göre farklılık göstermesidir. Rawls hakkaniyete uygun fırsat eşitliğinin adaletin içeriğini oluşturduğunu savunmaktadır. Bir toplumun adil olması için gereken şey hakkaniyete uygunluktur. Adaletin hakkaniyet olarak anlaşılması gerekir. Rawls’a göre hakları ve özgürlükleri korumak adil bir toplumu gerçekleştirmenin yoludur. Rawls Aristoteles’in dağıtıcı adalet görüşünün ekonomik hayatla ve sistemle ilgili olduğu gerçeğine değinmektedir.

  8. Adaletin ne olduğunu sorguladığımızda aldığımız cevap genellikle eşitlik oluyor. Herkesin eşit olduğu, eşit haklara sahip olduğu sürekli vurgulanmakta. Maymunlarda Eşitlik deneyinde de bunun bir örneğini görebiliriz. Deneyde içerideki taşı vermeleri karşılığında maymunlardan birincisine salatalık ikincisine de üzüm veriliyor. Diğer maymuna üzüm verildiğini gören birinci maymunda protesto ederek salatalığı fırlatıyor. Eşitlikten sonra en çok aldığımız cevap ise hakkaniyet oluyor. Yani diyorlar ki ihtiyacı olana fazla, ihtiyacı olmayana daha az verilsin. Rawls’un teorisinde de hakkaniyetli olan adalettir. Hatta Rawls adaleti eşitlik ve hakkaniyet üzerinden temellendirmiştir de diyebiliriz. Toplumsal sözleşmecilerde gördüğümüz doğa durumunu Rawls’un teorisinde başlangıç durumu olarak görüyoruz.
    İlk durumda insanlar Rawls deyimiyle cehaletin peçesinden bakmalıdır. Rawls’un cehalet peçesi bana gözleri kapatılan Themis’i çağrıştırdı. Cehalet peçesi takılacak ya da gözler bağlanacak ve hak dağıtırken hangi sınıfa dağıtıldığı bilinmeyecek yani varsayımda hakkaniyet, adalet gerçekleştirilecek. Daha önceki derslerde kürtaj yasaklarının erkekler tarafından çıkarıldığından bahsetmiştik. Eğer bu yasaları çıkaranlar cehalet peçelerini takarlarsa yani cinsiyetlerini gözardı ederlerse kendilerini yasaya konu olan kadının yerine koyabilirler. Yani buna Rawls’un teorisinde gördüğümüz empatidir diyebiliriz. Teoride bunlar kulağa çok güzel geliyor fakat Themis’in çaktırmadan gözü açmayacağını, cehaletin peçesinin aralığından bakılmayacağını nereden bilebiliriz?

  9. Birçok düşünürün adalet tanımlaması üzerinde durduk. Birçoğunun düşüncelerini inceledik ya da makalelerden öğrendik. Farklı farklı noktalara değinseler de aslında hepsinin düşüncesinin temelinde yatan “adaletin en yüce erdem olduğu”dur. Bir toplumda adaletin sağlanamaması tam anlamıyla felaket olacaktır. Tüm toplumların aç olduğu kavram adalettir. Birçok insan adalet beklemektedir, birçoğu adalet için savaşmaktadır ve neredeyse hepsi adaleti aramaktadır. Aslında hepimizin bu anlamda tutunduğu, “Adalet ağır aksak yürür ancak gideceği yere er geç varır” sözü olmuştur. Bu anlamda şahsi fikrim adaleti sağlayacak olanın toplumun dayanışmasının yanında güçlü bir otoritenin desteğidir. Yani bu yolda halk ve devlet bütünleşmeli, adeta tek vücut olup aynı amaç uğruna çabalamalıdır. Çünkü çoğu ülkede devletin güçlü bir egemenliği vardır ve halk devletin desteğini almadığı sürece ne kadar çabalasa da boşa düşebilmektedir. Bu anlamda hakkaniyeti, vicdan ve ahlakı, adalet ruhunu ilk önce taşıması gereken devlettir, otoritedir. Bu özellikleri taşımayan bir devletten adaleti sağlamasını beklemek hezeyandan başka bir şey olmayacaktır. Tabii ki devlet adaleti koyduğu yasalarla bilahare hukukla sağlayacaktır.
    “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.” Victor Hugo
    ŞEYMA AKGÜMÜŞ
    201751005

  10. John RAWLS – Hakkaniyet olarak Adalet

    11. haftada kaldığımız yerden devam edersek, John Rawls birbirinden farklı dünya görüşleri olan insanların bir arada, barış içinde ve adil olarak yaşamalarını temin edecek bir sistem nasıl kurulur üzerinde çalışma yapmıştır. Rawls’un tartıştığı adalet, hukuki adalet olmaktan ziyade siyaset felsefesini ilgilendiren sistemsel adalet anlayışını ilgilendirir. Kurmuş olduğu adalet anlayışı toplumsal sözleşmecilerden (Locke ve Rousseau) ve Kant’ın en temel maksimi olan “insanları hiçbir şey için araçsallaştırmama” ve bir diğer maksimi olan “herkes tarafından kabul edilebilecek davranışların benimsenmesi”nden etkilemiştir.

    Rawls nasıl bir etik anlayışının herkes tarafından kabul edileceği, bunun koşulları ve araçlarının neler olabileceğine odaklanmıştır. Bu çerçevede, yaklaşımını açıklayabilmek için bazı kavramlara ve varsayımlara dayanmıştır. Adil bir toplum kurabilmek için bir başlangıç sıfır noktası varsaymıştır.

    Başlangıç durumunda bireyler tüm bağlam ve özelliklerinden sıyrılmışlardır, yani bireyler hangi sınıftan geldiklerini, hangi dine mensup olduklarını, cinsiyetlerini vb. bilmemektedirler. Aynı zamanda kendi iyi yaşam anlayışlarından da yoksundurlar. Başlangıç durumunda bireylerin varsayımsal durumu
    özgür ve eşit, akıl ve irade sahibi olmasıdır. Kant’ın öngördüğü gibi ahlak sahibi olup karşılıklı birbirlerine saygı duymaktadırlar.

    Bireyleri sahip oldukları eğilimlerinden sıyıracak olan ise bilgisizlik peçesidir. Bilgisizlik peçesi ile bireyler toplum içerisindeki konum ve statülerinden sıyrılarak yani avantaj ve dezavantajlarından haberdar olmayan bir konumda rasyonel seçim yapabilen tarafsız bireyler haline dönüşebilecektir.

    Rawls’a göre birey, yalnızca adaletin prensiplerine uygun şekilde davranması bağlamında değil, aynı zamanda adaletin prensiplerini adil şekilde oluşturması ve siyasi alanda bu prensiplerle hareket etmesi bağlamında otonomdur. Adaletin prensipleri makul çoğulculuk ve örtüşen konsensüs aracılığı ile sürdürülebilir bir adil düzeni sağlayacak, evrensel doğruları belirlemeye ve insan yaşamının bütün alanlarına uygulanmayı getirecektir. Evrensel etik yasalar bireyin siyasi alanında, diğer bireylerle paylaştığı kamusal yaşamında ve bireysel yaşantısını da uygulama alanı buldukça değer kazanacaktır.

    Akif Saner Ergüleç

  11. “Hakkaniyet” Adaletin Temelidir
    Rawls’ın adil bir toplum için bir sistem seçilmemesi gerektiği önemli olanın ilkeler olduğunu ve ilkelere dayalı bir toplumun hakkaniyeti yani adaleti bulacağı tezini okurken gerçekten insan mutlu oluyor. Anlattığı gibi cehalet peçesi ile örtünen insanların birbirlerinin kim olduğunu bilmeden bir toplum inşa etmesini kurgulaması bizi sistemsel bir seçim yapmak zorunda da bırakmıyor. Hipotetik bir durum üzerine inşa edilen bu toplumu hayal ederken başımı kaldırıp yaşadığım topluma bakıyorum ve şu sözleri duyuyorum:
    -Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ( Cehalet peçesi var bilemiyorum)

    -Uzayan kol bizden olsun ( hiç kimsenin sosyal statüsünü bilemiyorum cehalet peçem var)

    -Bizim hemşerimiz adama yardım etmeyelim mi? (demografik farklılıklar bireysel özgürlüklerin önüne geçemez)

    -Kart hamili yakınımdır (hiç kimse diğerinden daha avantajlı değildir)

    Yukarıdaki sözlerden sonra Rawls’ın ilkeler üzerine kurulu toplumuna bakıyorum ve bizim toplumumuzun hiç cahil olmadığını çünkü Rawls’ın peçesini takmadığını (bugünlerde maskesini takmadığı gibi) ve herkesin sosyal statü hakkında çokça bilgiye sahip olduğunu görüyorum.

  12. Adalet kuramının en temel ilkelerinden olan Hakkaniyet, insanların yaşadığı hayat içerisinde dengede tutan bir kavramdır. Hakkaniyetli olmak,tutarlı olmak için öncelikle kendi içimizde tutarlı olmalıyız. Benimsediğimiz ilkeler eşitlik kavramına hakkaniyete uygun olmalıdır. Günümüzde adaletsizliğin en büyük sebebi çıkar çatışmalarıdır. İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır’’ sözünden yola çıkarsak bireyler topluma iyi görünmek, daha üst yerlere gelmek için kısacası menfaat sağlamak amacıyla hak, hukuk gözetmeden adaletsizlik yapabilirler. Kendi mutlulukları için toplumsal mutsuzluğu ve adaletsizliği göze alabilirler. John Rawls ‘’ A Theory of Justice’’ adlı eserinde devletlerin mal ve hizmetleri dağıtımında adil olmaları gerektiğini; bir taraftan bütün insanların aynı derecede zengin olmalarının olanaksız ve öbür taraftan bütün insanların ekonomik durumlarının halkça düzenlenmesinin zorunluluk olduğunu belirtirken, toplumda durumu kötü olanların temel ihtiyaçlarının korunmasıyla bir toplumun adil olacağını dile getirmiştir. Bir toplumda adalet kavramı yoksa şiddet,kavga ve çatışma olayları sürekli olur. Ancak adalet her zaman tam anlamıyla mutluluk, düzen,barış getirmeyebilir. Adaleti sağlamak bunlar için atılmış büyük bir adım olur. Mutlak adalet yalnızca ‘ilahi adalettir.’

  13. Makaleleri okuyunca aklıma nedense Süleyman Demirel –nam-ı diğer Çoban Sülü- geldi. İç Anadolu’nun dandik köylerinden gelip siyasette ya da profesyonel hayatta yükselen insanları hepimiz okuruz. Babamın da benzer bir hikayesi vardır. Cumhuriyetimiz sayesinde köylerden gelen zeki çocuklar bir döneme damgasını vururdu. Galiba bir zamanlar her yurttaş eşit imkanlarda yükselme hakkına sahipti. Çoban da olsan, köyde de okusan, çok çalıştığın ve gerekli eğitimi aldığın zaman yollar sana açılıyordu.
    Bana bunları düşündüren Rawls’ın tüm sosyal konumların herkese açık olması gerektiğini söylemesi oldu. Tüm sosyal ve toplumsal değerler, özgürlükler ve olanaklar, eşit değilse de hakkaniyetli dağıtıldığı zaman toplumda adalet beliriyor. Hakkaniyet, en az avantajlı kişilere imkan tanındığı zaman başarı hikayelerinin ortaya çıkmasına sebep veren bir değer kanımca. Tabii ki çok dar bir açıdan değerlendirdim, hakkaniyet tamamıyla bu olamaz. Fakat çocuklara eşit eğitim hakkı tanınması, toplumda adaletin sağlanmasına dair atılması gereken adımların başında gelmeli, hele de günümüzde liyakate hiç önem verilmezken…

  14. Rawls’un anlayışı evrensel sonuçlar doğurmayan, yalnızca siyasi sınırlarla bağlı kalan bir teori niteliğinde. Burada anlayamadığım siyasal alan da aslında insanın tüm yaşantısını etkileyen bir alan değil midir? Bundan ötürü aslında sınırlı bir teori olduğunu savunmak ne derece anlamlıdır? Siyasetin yapımında rol oynayacak insanlar bu ilkeleri oluştururken kendi özel yaşantılarından da illa ki etkilenmezler mi? Etik değerlerden bağımsız uygulanacak siyaset farazi sayılmaz mı? Siyaset insanın özgür yaşamını bile tanımlayan bir unsurken kişi-değer yargıları-adalet kavramlarının birbirinden bu kadar soyutlanması ne derece mümkün olacaktır? Herkesin üzerinde uzlaştığı bir ilke için yine herkesin fikrinın alınması gerekir ancak bunun imkanı var mıdır? İnsanın kendisini tüm değer yargılarından soyutlayıp yalnızca birey olduğu için ilkeler koyması akla uygun mudur? Örtüşen konsensüs gereği üzerinde ortak karar verilecek ilkeler yaratmak günümüz şartlarında bir imkansızlık teşkil etmez mi? Aynı zamanda cehalet peçesinin nasıl gerçekleştirebileceği konusunu da anlamakta güçlük çektim.
    -Bu teorinin içinde bulunduğumuz topluma uygulanabileceği konusunu düşündüğümde ise ilk olarak karşıma “makul bireylerden oluşan çoğunluk” kavramı çıktı. Bu kavramın karşılığındaki basit çoğulculuğun ise toplumumuzu tanımlamada daha uygun olduğu düşüncesindeyim.Özetle toplumumuzdaki her bireyin kendine özgü bir değeri, inancı, düşüncesi olmakla beraber bunların biraraya gelip de birbirine saygıyla kaynaşmasının mümkün görünmediği kanaatindeyim. Neden toplumumuza uygulanamaz düşüncesindeki diğer durum ise “tarafsız devlet” anlayışı ki bu durumun tam karşısında başkanlık sistemi bulunmaktadır. Bir de Rawls’un metafiziksel düşünceleri ayıklaması ile bağdaştırdığım Diyanet’in günümüzde Cumhurbaşkanlığına bağlı durumu vardır. Aynı zamanda Rawls’un “adil toplumun temel ilkeri”nin toplumdaki kişisel ve siyasi hırslar nedeniyle gerçekleşmesi güç ilkeler olduğu kanaatindeyim.

  15. John Rawls adil bir toplumun nasıl kurulacağı sorusundan yola çıkarak teorisini geliştirmiştir. Bunu yaparken toplumsal sözleşmecilerden etkilendiği söylenebilir çünkü adil bir toplumun sözleşmeye dayanılarak kurulabilececeğini söylüyor. Sözleşmeyi yapabilmek için toplumsal sözleşmecilerdeki doğa durumuna benzeyen başlangıç durumu kurguluyor ve başlangıç durumunda sözleşme yapabilecek kimselerin eşit ve özgür kimseler olduğunu söylüyor. Rawls bir diğer kavram olarak cehalet peçesinden bahsediyor. Cehalet peçesi toplumda yaşayan insanların birbirlerinin yaşına, ırkına, gelir düzeyine ilişkin bilgi sahibi olmaması anlamına geliyor. Rawls’ın cehalet peçesinin amacının bireylerin birbirleriyle empati kurmasını sağlamak olduğunu söylüyor. İnsanların hayatta sürekli aynı konumda olamayacağını, zaman zaman iniş çıkışlar yaşayabileceğini bu çerçevede gelir düzeyi yüksek olan birisinin yoksul hale gelebileceğini veya genç olanların hayatın olağan akışı içinde yaşlanacağını söyleyerek kişilerin adil seçimler yapması gerektiğini bunun yapılması halinde adil bir toplumun oluşabileceğini savunuyor. Bu düşünceye katılıyorum. Çünkü toplum halinde yaşayan insanlar birbirlerine empatiyle yaklaşmalı ve çeşitli açılardan gücü elinde bulunduran kimseler yaptıkları seçimlerde güçsüz olanların haklarına riayet etmeli. Aksi halde toplumsal düzenin sağlanması, adil bir toplumun oluşması mümkün olmaz. Rawls toplumsal düzenin olması için hakkaniyete dayalı adalet anlayışının olması gerektiği düşüncesinde. Bu düşüncenin temelinde ise herkesin özgürlüklerden eşit şekilde faydalanması ve fırsat eşitliğinin sağlanması yer alıyor. Fırsat eşitliğinin sağlanması için ise güçsüz konumda olanlara belirli bir düzeye kadar ayrımcılık yapılmasının hakkaniyete uygun olacağını savunuyor. Bu düşünceye de katılıyorum ancak güçsüz konumda olanlara ayrımcılık yaparak fırsat eşitliğinden yararlanmaları için imkan sağlanması konusunda da dikkatli davranmak ve bir denge kurmak gerektiği kanaatindeyim. Söz konusu ayrıcalık tanınırken ayrıcalık tanınan kişilerle tanınmayan kişiler arasında dengenin kurulmaması hakkaniyete dayalı adalet anlayışıyla çelişkili bir durumun olmasına sebep olacaktır.

  16. Bize derste demiştiniz ki her düşünürü kendi dönemi ve koşulları içerisinde değerlendirmelisiniz. Bazılarının söyledikleri şu an ki koşullarla ya da sizin düşüncelerinizle uyum sağlamıyor olabilir ama tüm bu fikirler belli bir birikimle oluşmaktadır.
    Sanırım John Rawls’ın yaşadığı dönem (1921-2002) bize çok da uzak olmadığından düşüncelerinden etkilenmemek olanaksız. Özellikle özgürlüğü ön plana alması ve bunu tanımlarken herkesin eşit özgürlüklere sahip olduğunu söylemesi gerçekten çok kıymetli. Kimse kimsenin inançları, dili ya da ekonomik durumunu bilmiyor ve kendisi için iyi olan özgürlük tanımını yapıyor. Temel hak ve özgürlüklerin oluşturulması sırasında salt insan olmanın gereklilikleri baz alınıyor.
    Rawls hakkında, araştırma yaparken bazı yerlerde onun için özgürlük ve özgürlüğün değerini kavramlarını birbirinden ayırdığını söyleyenlere rastladım. Okuduklarım beni tatmin etmedi nasıl bir ayrım yaptığını anlayamadım. Sanırım en doğru yöntem Rawls’ın kendisinden öğrenmek olacak. Böylelikle öncelikle okunacaklar arasında yer alan bir düşünür daha oldu. Benim için 3. sınıf sürekli listeye yeni kitaplar eklemekle geçti ve bunun için size ve dersinizi birlikte aldığım arkadaşlarıma teşekkür ederim.

    A.ÜZGÜN 201851266

  17. Hakkaniyetle ilgili en başta söylemek istediğim hukuk tarafından korunan bir değer olduğudur. AİHS 6. Maddesi adil yargılanma hakkının bir parçası da hakkaniyetli yargılanmadır ve bunun bir kolunu silahların eşitliği diğer kolunu hukuki dinlenilme hakkı oluşturur. İnsanların ve içinde yaşadığımız toplumun benimsediği adalet ilkeleri, sağlam ve evrensel bir eşitlik kavramını oluşturan hakkaniyet tanımına uygun olmalıdır .İnsanoğlu bence bireysel çıkar çatışmalarından uzak olursa, toplumda adil bir eşitlik ve hakkaniyet bakımından bir düzen oluşur diyebiliriz. Çünkü günümüz toplumlarındaki içinde bulunduğumuz toplumda da görüldüğü üzere olumsuzlukların temelinde bireysel ve toplumsal çıkar çatışmalarının etkisi oldukça fazladır. 1982 anayasamızda hatta da da öncesine götürürsek temel hak ve özgürlüklerin en geniş olduğu anayasamızda (1961 anayasasında)adalet kavramı hak, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar sıkça kullanılıyor ve fakat bunların ne ölçüde uygulanabildiği gerçekten de toplumun adaletli olup olmadığının ne ölçüde mümkün olduğu bir soru elbette sorulmalı bana göre de dünya aslında hiçte adaletli bir yer değildir. Çünkü adalet uygulayıcıları kanunlarda yazanları değil toplumlara hakim olan sınıfları, yönetenleri, güçlü zümreleri koruma yoluna gitmektedirler. Bu çoğu zaman bir iktidarın etkisi altına kalıp boyun eğme şeklinde de olabilir . Bu durum insanlar arasında çıkar çatışmalarını, adaletsizlere ve eşitsizliklere sebep olmakta . Hakkaniyet üzere olmayan yasalarla eşitliği hedeflemek, fiili eşitsizlikleri doğurmaktadır. Yasaların toplum nezdinde eşitliği sağlayabilmesi ‘’hakkaniyet’’gibi bir değerle ancak açıklanabilir. Devletler hangi rejimle yönetilirse yönetilsin önemli olan, adalet söz konusu olduğunda hakkaniyetli davranılıyorsa o toplumda bir nebze de olsa adil bir düzen vardır diyebilirim.
    Victor Hugo ‘nun da söylediği gibi ‘İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır’’ sözünden yola çıkarsak bireyler topluma iyi görünmek, mevki ve makam sahibi olmak kısacası menfaat sağlamak amacıyla hakkı, hukuku gözetmeden adaletsizlik yapılabilir. Hukuk tüm bu adalesizliklerle hakkaniyetsizliklerle ne ölçüde başa çıkabilir bu adaletsizlikleri önleyici yaptırımları uygulamak ne ölçüde yeterli olacaktır diye kafamda doluca soru. İktidarlar rejimler Kendi mutlulukları için toplumsal mutsuzluğu ve adaletsizliği göze alabilirler. Bu durum bireyleri toplum nezdinde belki çok iyi gösterebilir ve kolayca belirli makam ve mevkilere getirebilir. Adaletli davranarak bireylerin çıkarlarına dokunmak, toplumları karşımıza almak cesaretli olmayı gerektirir. Bu nedenle adalet cesaretli olanların omuzlarında yükselecek bir değerdir.Hukukçunun iyisi de cesur olandır. Yasalarda adalesizlikler var ise onu kural vardır diye değil gerçekten doğal hukuka göre de aklı kullanarak adaletsiz sonucuna varıyorsa uygulamamada cesur olandır. Hakkaniyet üzere olan adalet kavramı toplumdaki herkesi içine alan kuşatan bireysel ilişkilerde eşitliği bir ölçüt olarak ele almamızı gerektiren, hak dağılımı ve denklik üzere bir düzen oluşturulmasını sağlayan güçlü ile zayıf, iyi ile kötü, mazlum ile zalim arasındaki dengeyi oluşturan toplumsal barış için aşırılılıktan, dengesizliklerden ve ihmallerden arındırılmış bir toplum düzeninden bahsetmeyi ifade eder diye düşünüyorum. Örnek olarak da bir toplum çok fazla gelişmiş diye hakkaniyetli kararlar verir demek yanlıştır. Bir toplum yeterince gelişmemiş olup içinde yaşadığı toplumun bireylerine hakkaniyetli davranıyor adil kararlar veriyorsa bu gelişmişlikten bin kat iyidir. Oysa tam aksini düşündüğümüzde de bir toplum gelişmiş olup insan hak ve ihlallerine sebep olarak adaletsiz uygulamalarıyla hakkaniyetsiz kararlar vererek içinde yaşanılmaz çekilmez bir hale kişileri düşürecektir. Bu yüzden sosyal ve ekonomik gelişmişliği üst düzeyde olan toplumlarda adalet anlayışının da bu denli gelişmiş olduğunu söylemek mümkün değil. Adalet elbette ki sadece iktisadi ilişkiler ile sınırlı bir kavram değildir. İktisadi olarak gelişmiş toplumlar adaleti izafi bir kavram olarak açıklarlar. Tamamen faydacı bir anlayış etrafında kurgularlar. Sonuç olarak özetlemem gerekirse de insan eliyle dağıtılan adaletin,herkes için kabul edilecek mutlak barışı ve eşitliği getireceği fikrine çok yakın bakmıyorum. Toplumlarda hakkaniyetli davranmak adına ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ne kadar etraflıca düşünülüp bu anlamda kanunlar çıkarılsa çıkarılsın insan oğlu hata yapar ve bir tarafın menfaatimi hep gözetir bu yüzden de herkes için mutlak adaletin sağlanmasına ve hakkaniyetten bahsedilmesi pek mümkün değildir diye düşünüyorum. Ancak adaletsizlikler önlenerek dengeye gelinebilir.

  18. John Rawls ile ilgili makalelerde, liberalizme sonuna kadar inanan bir düşünürün, tüm hayat, etik ve adalet felsefesini bu yönde kurma çabalarını görmekteyim. Bu süreçte yoğun olarak eleştirilerin gelmesi de, doğru yerlere parmak bastığının bir göstergesi olması yanında, kendisini devamlı yenileyerek teorisine katkılarda bulunmasının da kendisinden ziyade kendi bakış açısına bağlılığının önemli bir yansımasıdır.
    Rawls’ın kurduğu sistemin, hakkaniyet için adalet teorisinin, temel taşlarını oluşturan kavramların başında, makul çoğulculuk, toplumsal işbirliğine katılım, muhakeme zorluklarının sonuçları ve bizleri uzlaşmaya zorunlu halde götürmesi, örtüşen konsensüs, doktrinden kaynaklanmayan adalet prensiplerinin önemi gibi kavramlar gelmektedir.
    Rawls teorisini oluştururken, toplumsal sözleşmecilerin bakış açısının kullanmanın faydalı olacağını öngörmüş ve doğal durum halini kullanmıştır.
    Onun bakış açısına göre cahillik peçesinin var oluşu önem arz etmektedir. Adalet için önemli olan prensiplerin seçimi, herhangi bir dogmaya dayanmadan tüm halkın katılımı ile ve diğerlerinin görüşlerine önem verip kendi ideolojisi ile düşünmeden, belirli bir cahillik içinde gerçekleştirilmelidir.
    Ütopik bir dünya oluşturma çabası gördüğüm Rawls’ın ve kurduğu teorinin eleştiriye tabi tutulabilecek yönleri aşağıdaki gibidir:
    – Adaleti sadece siyasetin belirleyebileceği alan haline getirmek, adaletin kapsamının çok daraltmak anlamına gelebilir.
    – Cahillik peçesi ile karar vermek, tarihsel ve kurumsal olarak bakıldığında ulaşılması çok zor bir amaç haline gelebilir. İnsanlar kendi doğrularından, diğer insanlarında doğruları olduğu için kolay kolay vazgeçmeyecektir.
    – Herkesin aynı çatı altına uzlaşabileceği adalet prensipleri, sayı olarak çok az olursa bunun geliştirilmesi için neler yapılabilir. Makul çoğulculukla ulaşılabilecek prensipler sınırlı sayıda olacaktır.
    – Rawls’ın sistemi her kesimin, bu prensiplerin oluşturulması aşamasına katılmasını beklemektedir. Bunun olmadığı toplumlalar da (ki gerçek hayatta), egemenlerin prensipleri belirleme olasılığı daha yüksek gözükmektedir.
    Işıktaş’ın makalesinde ise Rawls’ın arayışının “ sosyal minimum” olarak nitelendirilmesini doğru olarak görsem de, ekonomi ve ilgili adalet teorisinin bağlantısının biraz zorlama olduğu kanaatine sahip bulunmaktayım.

  19. Rawls’ın adalet anlayışının temeli toplum sözleşmesine dayanmaktadır. İnsanlar ilk durum denen hipotetik bir konumdadır ve burada aldıkları kararlar ile adalet kavramını oluşturmaktadır. Benim bu görüşe eleştirim insanların ilk durumdan toplum olarak yaşamaya başlamaları ve iş bölümü yapmaları sonrası hipotetik durumdaki görüşlerinin değişmeleri sonucunun ne olacağıdır. Yani insanlar ilk olarak her açıdan eşittir ama sonrasında bu eşitlik bozulduğunda insanlar kendi sosyal statü ve durumlarının farkına vardığında adalet kavramının durumu ne olacaktır. Rawls’ın iki adalet ilkesinden ilkine insan haklarını karşıladığı için katılıyorum ama ikinci ilke açısından adaletin sağlanamayacağını düşünüyorum çünkü bu aşamada insanlar farklılaşmaya başlamıştır ve kıtlık durumu da ortaya çıkabilir. Ayrıca Rawls hipotetik bir durum ile adaletin en baştan sağlanacağını varsaymış ancak ilerleyen zamanlarda sağlanan bu adaletin bozulması ile tekrar eski duruma nasıl dönüleceğini açıklamamıştır.
    Caner VARIM – 201851267

  20. John Rawls ‘a göre adalet hakkaniyet olarak anlaşılmalıdır. Buna göre bir toplumun adil olması için de gerekli olan şey hakkaniyete uygunluktur. Adil bir toplum, tüm yurttaşlarının bireysel haklarını ve özgürlüklerini koruyan kurumları barındıran ve kaynakların dağıtımını uygun bir şekilde sağlayan toplumdur, belirli ilkeler üzerine kuruludur. Rawls’a göre bu toplumlardaki adalet ilkeleri hakkaniyetin temelidir. . İlk durumdaki hipotetik halk kendilerinin ya da diğer insanların özel durumları hakkında hiçbir bilgi sahibi değildir, cehaletin pençesinden bakmak olarak adlandırılmış. Bu durumda insanlar iki ilkeye göre adalet anlayışı öngörürler.İlk olarak herkesin temel özgürlükler bakımından eşit hakkı
    vardır. İkincisi, sosyal ve ekonomik eşitsizlikler öyle bir düzenlenmelidir ki bunlar makul olarak herkesin avantajına olmalıdır ve makam ve mevkiler herkese açık olmalıdır. Birinci ilkenin ikincisine göre önceliği vardır çünkü Rawls’a göre bir toplumun adil olması için toplumun her üyesi için bireysel özgürlüklerin korunmaları gerekir. Bir toplumda adaletin var olması için kurumlarda var olması gerekir. Rawls’a göre toplumun adil olması için gerekli şey kişilerin tamamının hakça eşit fırsatlara sahip olmalarıdır. Bu fırsatlar herkesin aynı düzeyde zengin olması gerektiği anlamında değildir. Bu hakça eşitlik devlet kurum ve mevkilerinin mal ve hizmet bakımından adil bir dağıtım sağlaması anlamına gelir. Bu bağlamda hakkaniyetin var olması özgürlük ve eşitlik kavramlarına bağlıdır. Bu kurumlarla bu kavramlar gerektiği gibi doldurulursa , toplumdaki insanlara bu fırsat sunulursa Rawls’ın adil toplum anlayışına ulaşılabileceğini düşünüyorum. Adalete iyi, sağlam ve adil yasaları olan bir devletin vatandaşları sahip olacaktır.

  21. İnsan sadece kendini mi düşünür? Hakları başka birinin hakkıyla çatıştığında, sadece kendi hakkını mı korumaya çalışır? Eğer insanı, doğası gereği bencil olarak tanımlarsak o zaman Rowls’un dediği gibi cehalet peçesinin arkasından bakmanız gerekir ( nitekim Themis’in gözleri de kapalıydı, belki bir nevi cehalet peçesi olarak düşünülebilir). Ancak her insanın doğasının bencil olacağını düşünmüyorum (ya da düşünmek istemiyorum) bizden daha kötü durumdakileri bilerek, cehalet peçesi takmadan, onların durumundaki gibi olabileceğimizi bile düşünmemize gerek kalmadan sadece empati yaparak o kişiler için de eşitlikçi özgürlükçü bir sistem meydana getiremez miyiz? insanlar haklarını bizzat kendileri çaba harcayarak mı elde etmişlerdir, özgürlükçü bir düzen için savaşmak mı gerekmiştir her zaman. Bağlantı kurmak ne kadar doğru bilmiyorum ama bazı devlet adamları ülkesinin ve halkın iyiliğini düşünerek özgürlükçü bir düzen yaratmamış mıdır? Atatürk kadınlara seçme ve seçilme hakkı getirirken kadınların böyle bir talebi var mıydı? Ben hiç böyle bir talebin var olduğunu duymadım. Ya da burada Atatürk Rowls ‘un dediği cehalet peçesinin arkasından bakmaya çalışarak mı bu düzenlemeyi getirmiştir? Kısacası bu cehalet peçesi kavramı aklımda soru işaretleri bıraktı.

  22. “Kuralın kaynağı insandır.İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
    Sofistler tarafından çakılmış bir kıvılcım.
    Kıvılcımın sıçradığı ve tutuşturduğu ilk önemli alev : Hobbes…
    Kıvılcımla başlayan ve aleve dönen düşünce elbette başka alev parçalarını da ortaya çıkardı.
    Hobbes’un oluşturduğu ve yine ona bakarak şekillenen alevler: Locke, Rousseau
    Ve nihayet Kant…
    “Toplumsal Sözleşmeciler”in düşüncelerini oturttuğu temel zemini oluşturan kavram: “Doğal Durum”
    Hobbes’u bir kenara koyacak olursak Locke, Rousseau ve onların ayak izlerini takip edip ancak daha büyük ayak izleri oluşturan Kant’ın düşüncelerinde sahip olunan mülk ve hakların korunma haline gelmesine yani doğal duruma atıf vardır. Bu durumu sağlayacak “devlet” doğal bir varlık değil insan aklının yarattığı bir kavramdır. Bunu gerçek değil varsayımsal olarak kurduğu sözleşmeyle gerçekleştirir.
    Düşünce kıvılcımlarının gerçek kıvılcımlardan farkı: “Zaman ve mekan mefhumlarını aşabilme kaabiliyetine sahip olmaları”dır. Düşünceler ki çağlar ötesinden çağlar sonrasına, dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna sıçrayabilir. Nitekim bu sıçrayıştan nasibini alıp düşünce dünyasına yeni bir kıvılcım olabilmeyi başaranlar oldu, oluyor, olacak.
    John RAWLS bunlardan sadece biri.
    Lock, Rousseau ve Kant’ın çaktıkları kıvılcım…
    Rawls birçok konuda bu isimlerden etkilenmiş ancak daha genellenebilir olduğunu düşündüğü bir teori ortaya atmıştır.
    Eğer bir siyaset felsefecisi iseniz değinmeden geçemeyeceğiniz kavramlar vardır.Bunların başında ve en önemlisi de ” ADALET” tir. Rawls adalet kavramına sadece değinmemiş ona dair bir de teori üretmiştir. Teorisinin konusu olan adalete dayanak olarak yine adaleti göstermiştir. Yani bir bakıma kastettiği adaletin kendisinin de adil olduğunu insanlara kabullendirmek istiyor. Toplumsal Sözleşmeciler’in “Doğal Durum” una karşılık gelen “Orijinal Pozisyon”daki insanların “özgür ve eşit” rasyonel varlıklar olduğunu varsaymıştır. Bu insanın nasıl oluşturulabileceğini ise “cehalet perdesi” kavramıyla izah etmiştir. Burada insanlar perdenin diğer tarafına geçince ne olacaklarından bihaberdirler. Hangi cinsiyet, renk, ırk, dine sahip olacaklarını bilmemektedirler. “Herkesin, herkes olabileceği bir yer.” Bunu duygulardan, değerlerden arınık olarak gerçekleştirmelidirler. İşte o zaman adaletin ilkelerini ortaya koyacak (bir bakıma) ideal özgür, eşit, rasyonel insan var olacaktır.
    Bu insanlara “adaletin de adil olduğu” düşüncesine inandıracaktır.


    -Adaletsiz bir adaletin de olabileceğini mi söylüyor yani? E, adaletsizlik nedir ki?
    – Adaleti çok konuşup anladık da mı adaletsizliğe geçiyorsun? Akşam oluyor. Adalet bugün de gelmeyecek galiba.Hadi gidelim!

  23. J. Rawls, II.Dünya Savaşı sonrasında birbirinden farklı olan insanların adalete uygun şekilde yaşamasının nasıl mümkün olabileceği sorusuna cevap aramıştır.
    Rawls bu duruma, sosyal sözleşme ile bir öneri getirmiştir. Bu kadar farklılıkları olan insanların adalete uygun yaşamaları için bir araya gelip kendi hukuklarının temelini belirleyen ilkelerde uzlaşmalıdırlar.
    Rawls, adil bir toplumda toplumsal iş birliğinin, aktörleri eşit ve özgür bireylerin karşılıklı avantajı üzerine bir anlaşmayla mümkün olacağını belirtir.
    Rawls başta hiçbir ilkenin, dünya görüşünün olmadığı bir başlangıç durumu kurgular. Başlangıç durumunda bireyler hangi sınıftan geldiklerini, hangi dine mensup olduklarını, cinsiyetlerini vb. bilmemektedirler. Aynı zamanda kendi iyi yaşam anlayışlarından da yoksundurlar. Rawls’ın teorisinde örtüşen anlaşmaya orijinal pozisyon aracılığıyla ulaşılmaktadır. Orijinal pozisyon, doğa durumuna denk düşen bir kavramdır ve temel fonksiyon adalet ilkelerinin seçilmesinde tarafsızlığa dayanan bireylerin, adil iş birliğinin koşullarını ve bunların kamusal kabul edilebilirliğini aradığı soyut bir pozisyondur.
    Rawls’ın bilgisizlik peçesi olarak tanımladığı yapı ile sözleşmede bireylerin eşitliğini sağlamaya çalışmıştır. Bilgisizlik peçesiyle bireyler toplum içindeki konum ve statülerinden sıyrılarak yani avantajlardan ve dezavantajlardan haberdar olmayan bir konumda rasyonel seçim yapabilen tarafsız bireyler haline dönüşecektir. Rawls’un bilgisizlik peçesini önerme nedeni hukukun temelini belirleyen adalet ilkelerinin belirlenmesinde tarafsızlığı sağlamasıdır. Ayrıca Rawls’ın hakların, devlet tarafından verilmediği, haklara insan olmaktan dolayı sahip olunduğunu belirtmektedir.
    Örnek olarak 10 kişilik bencil bir insan grubu bir keki paylaşmak için bir araya geldiklerinde herkes kendisine büyük parçanın düşmesini isteyecektir. Ancak bilgisizlik peçesi gereğince herkes kendisine küçük parçanın düşmemesi için bu parçaların eşit paylaştırılmasını isteyecektir. İşte adalet ilkelerinin belirlenmesinde insanlar bilgisizlik peçesinin ardından bakarak daha hakkaniyetli ilkeler seçeceklerdir.
    İnsanların bilgisizlik peçesi ardından anlaştıkları ilkeler;
    – Özgürlük ilkesi,
    – Farklılık (fırsat eşitliği) ilkesidir.
    Rawls burada sorunun 2.ilkede yaşanacağını söylemektedir. Çünkü 1. İlkede unsurlar toplumda eşit bir şekilde dağıtabilecektir. Ama 2. İlke mutlak olarak hayata geçirilemeyecektir. Buna neden olarak da insanların yetenekleri ve ihtiyaçlarının farklı olduğudur. Bu yüzden adaleti sağlamada benimsenen kriter önemlidir. Bu kriter, ihtiyaç, yetenek, hak etme olabilir.
    Rawls “hakkaniyet olarak adalet” anlayışını savunur. Buna göre bir toplumun adil olması için gerekli olan hakkaniyettir. Adil bir toplum, tüm yurttaşlarının bireysel hak ve özgürlüklerini koruyan ve kaynakların dağıtımının olabildiğince eşit ve hakkaniyete uygun olduğu bir toplumdur.
    Rawls bununla herhangi bir toplumda zenginliğin tamamen eşit bir dağıtımının olanaksız olduğunun bilincindedir ve asıl gerekli olan şeyin tüm sosyal konumların herkese açık olması gerektiğini ileri sürer.
    Rawls’ın, tek bir toplumu ve toplumunda usul devlet olduğunu düşünerek görüşünü oluşturmuştur. Rawls’ın teorisine göre aynı yetenek ve özelliklere sahip bir kişinin farklı bir ülkede doğması ile birlikte, görüşün yetersiz kalacağı, bu nedenle teorinin uluslararası düzeyde uygulanması gerektiği yönünde değerlendirmeler bulunmaktadır. Yani en dezavantajlı kesimlerin refahını maksimize etmeye yönelik fikrin, tüm dünyada ulusal sınırlar fark etmeksizin uygulanması gerektiği belirtilmektedir.
    Enes KAŞAK
    201851263

  24. Başta insanların cehalet peçesi arkasında başkası ile ayrımlaştığı noktaları bilmeme/görmeme durumu Adalet Hanım’ın gözleri bağlı olması olarak sembolize edilen karşıdakinin dil, din, ırk, gelir düzeyi, toplumdaki konumu vb. unsurları dikkate almadan karar vermek için gerekli olan tarafsızlık ve hakkaniyetli olma halinin Rawls’ta cehalet peçesi ile modellendiğini düşünmüştüm ancak daha sonra Rawls’ın adaleti, hukuktan çok siyasi bir kavram olarak ele alıp tartıştığını anladım. Rawls’ta cehalet peçesi nedeniyle insanın hakkaniyetli bir davranış sergileyeceği varsayımı yapıldığına göre bu bizi; insanın özünde iyi olduğu ve bu sebeple bu empatiyi yapabilme kabiliyetine sahip olduğu sonucuna götürür. Ayrıca Rawls ‘ilk durumu’dan da bahseder, sonuç olarak ilk durumda(doğa halinde) insan iyidir ve barış halinde yaşayabilir demektir; bu görüşü savunan toplumsal sözleşmeciler ile Rawls aynı görüşte olduğu söylenebilir. Rawls’ta özgürlük eşitlik ve birlikte yaşamanın başlangıç durumunda adalet için gereken ilkeleri belirledikten sonra bu ilkelerin istikrarını formulize ettiği ikincil görüşlerini siyasal liberalizm anlayışı ile ifade etmesi nedeniyle Locke’dan, genel iradeye dayalı toplumsallaşma için dayanışma ve bencil olmayan kendi yerine toplum menfaatlerini düşünen insan tasarımdan dolayı Rousseau’dan etkilendiğini düşünüyorum.

  25. Rawls hakkaniyet olarak adalet anlayışını savunur. Adil bir toplumu kurgusal bir sözleşmeye dayandırır, bu yönüyle toplumsal sözleşmecilerden etkilenmiştir.
    Rawls cehalet peçesi denilen bir kavram ortaya atmıştır. Anladığım kadarıyla Rawls bireylerin; karşısında ki bireylerin kişisel, dini, sosyal durumu konusunda bir peçe arkasına geçerek bunları bilmemesini savunuyor. Böylece sosyal statü olarak bireyleri eşit bir statüye koymaya çalışıyor.
    Rawls’ göre bireyler cehalet peçesi ile daha adaletli olabileceklerdir. Ancak kanımca cehalet peçesinin arkasına geçmek bireylerin karşılarında ki bireylerinin durumunu anlamalarına engel olacaktır. Burada aklıma gelen soru; mesela hakimler cehalet peçesi takarlarsa ne kadar vicdani kanaatlerine göre karar verebilir? Yada böyle bir durumda vicdani kanaatin varlığından bahsedebilir miyiz? Hakimlerin sosyal durumlarına baktığımızda ekonomik olarak normal bir yaşam gelirine sahip olduklarını söyleyebiliriz. Peki cehalet peçesi takan bir hakimin karşısına ekmek çaldığı için bir sanık gelse hakim o sanığın durumunu anlayabilir mi? Bu nedenle cehalet peçesinin bizi her zaman adaletli seçimlere götürmeyeceğini söyleyebilirim.
    Ralws sosyal devlet ilkesinin gereklerini de göz önünde tutmuştur.. Örneğin alt sınırı 5 yıldan fazla olan hapis cezalarında sanığa zorunlu müdafi atanır ve bu müdafinin ücreti bütçeden ödenir. Yani ekonomik durumu iyi olanın savunma hakkı olduğu kadar ekonomik durumu kötü olan kişininde savunma hakkı vardır. Bu durumda ekonomik avantajlar bireysel hakların önüne geçememiştir. Bu örnekte dağıtıcı adalette fonksiyonunu yerine getirmiş olmaktadır.
    Rawls zenginliğin eşit bir şekilde dağıtılamaycağını ve önemli olan şeyin tüm toplumsal makamların herkese açık olması gerektiğini söylemiştir. Bu görüşü de aslında verdiğim zorunlu müdafilik kurumuyla bağdaşmaktadır. Eşitlik sağlanmasında en etkin görevi devlet üstlenmiş bulunmaktadır. Gelire göre vergi alınması Rawls’ın görüşünün somut örneğidir. Bu anlamda Rawls’ın görüşlerini demokratik bir rejimle bağdaştırabiliriz.

  26. Rawls genel manada toplumsal sözleşmecilere yakın bir görüş ortaya atmıştır. Adil toplumun varlığını kurgusal bir sözleşmeye dayandırmıştır. Bu sözleşmenin ön koşulu olarak bireyleri esas almıştır. Ancak bu bireyler öyle bireyler olmalıdırki hepsi eşit özgür rasyonel ve ahlaki özelliklere sahip olmalıdır. Bu varsayımsal bir şeydir. Bütün bireylere aynı özellikleri yüklemek somut dünya için mümkün değildir. Vehalet peçesi denilen bir kavram ortaya atmış. Bu kavramla toplumsal eşitliğin sağlanabileceğini söylemiştir bu yönden Jj rausseau’nun genel irade kavramına atıfta bulunmuştur. Genel irade kavramında bireyler kendi menfaatlerini değil toplumun menfaatlerini düşünerek karar vermeliydi. Aslında bana göre insanın duygularını hırslarını hesaba katacak olursak burda pek mümkün değildir. Rawls burada insanların işte bu yüzden bu peçeyi takması gerektiğini savunmuştur. Cehalet peçesi insanın diğer insanların ırkı doğal yetenekleri ekonomik durumu hakkında bilgi sahibi olmaması demektir. Bilgi sahibi olduğu tek nokta iste ekonomiye ilişkin kaynakların kıt olmasıdır. Böylece insanlar kendi menfaatlerini düşünmeden karar vereceğini savunur. Bu şekilde empati yapabileceğini savunur. Ancak buna katılmıyorum. Empati birinin yerine kendini koymaksa o kişi hakkında bilgisiz olduğunda nasıl empati yapabilecektir.
    Hakkaniyete dayalı adalet anlayışından bahsetmiştir. Rawls iki adalet ilkesini taşımak kaydıyla bunu savunur birinci adalet ilkesi her birey herkes için benzer olan bir özgürlük sistemi ile uyumlu ve eşit temel özgürlüklerden ve haklardan yararlanma hakkına sahiptir. ikinci adalet ilkesi bir fırsat eşitliği olmalı ikinci olarak toplumda olan azınlıkların fırsat eşitliğini yakalayacak düzeye gelebileceği yere kadar ayrımcılık yapılabilecek uygulamaların gündeme gelmesi gerekir. Bunun en temel örenği pozitif ayrımcılıktır. Buna katılıyorum. Çünkü bu günümüzde sosyal devlet anlayışının gereğidir bu nedenle rawls’a katılıyorum. Ama rawlsın başta bahsettiğim bireylerin olması gereken özellikleri arasında eşit olamasıda vardı. Pozitif ayrımcılıkla bireylere eşitliği atfetmenin doğru olmadığı kanısındayım. Öte yandan genel manada baktığımdada rawlsın teorisinin çok soyut kaldığını ve tam oturmadığını düşünüyorum.

  27. Bu haftaki yorum paragrafımda konumuz: Adaletin siyasal alan içerisinde gerekçelendirilmesi. Aynı zamanda John Rawls adlı adalet ve siyasi doktrinleri özümsemiş önemli bir filozofu irdeleyeceğiz. Rawls, adalet teorisini ‘hakkaniyet olarak adalet’ olarak değerlendirmiştir. Bu filozof, Justice as Fairness: Political Not Metaphysical adlı makalesinde kapsamlı doktrinler ile siyasal doktrinler arasındaki farkla beraber görüşünü geliştirmiştir. Hakkaniyet olarak adaletin günümüz modern çoğulcu toplumlarının hepsine ulaşamayacağını veya başka bir deyişle herkese eşit düzeyde hitap etmeyeceğini savunmuştur Rawls. Siyasal liberalizm ile hakkaniyet olarak adaletin ayrı düşünülemeyeceği iddiasının nedeni biraz da buradan kaynaklanır. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğim gibi adaletin tüm bireylere eşit ulaşmaması istikrarsızlığı doğuracaktır. Bu konudaki görüşüm şu yöndedir, Rawls’un adaletin herkese eşit ulaşamayacağının düşünmesine katılmıyorum diyemem çünkü her kesimden tutun her ailenin bile ahlak, din, sosyo-ekonomik vb. durumları birbirinden farklılık gösterir. Bİreyden bireye değişen bu araçlar, özgürlüğü, eşitliliği de etkileyecektir. Adaletin öznel bir kavra olduğunu düşünmüyorum. Ama özellikle de sosyo-ekonomik nedenlerin günümüz toplumlarında adaleti etkilediğini düşünüyorum. Rawls şu açıdan da bakıyor, her bireyin aynı adalet sistemini kabul etmesi beklenebilir mi? Buna katıldığımı söyleyemem. Cumhuriyet, demokrasi sistemi için konuşacak olursak her vatandaşın anayasal kuralları kabul edip benimsemesi gerektiği kanaatindeyim. Öyle olmazsa, günümüz modern ve çoğulcu toplumlarının bir arada durması epey zorlaşır. Bunların yanı sıra her bireyin etik-ahlak ve iyi kavramı da birbirine farklılık gösterir elbette. Bunların hepsi fikir ayrılıklarının bir sonucudur ama Rawls’un da ifade ettiği gibi bunlar modern toplumların kaçınılmaz durumlardır. Fakat, bu kaçınılmaz son devletleri istikrarsızlığa götürür. Bu duruma çözüm üretmek içinse, hakkaniyet olarak adaleti ‘sadece’ siyasi değerlere göre yeniden değerlendirir. Bu değerlendirme aşamasında Rawls önemli bazı kavramlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin: kamusal akıl, makul çoğulculuk… Rawls, siyasal bir yaklaşım ile kapsamlı bir yaklaşımın farkının ‘ulaşabileceği alanlarla’ sınırlı olduğunu söylüyor. Haliyle kapsamlı bir yaklaşımın ulaşabileceği alan çok daha geniştir çünkü siyasal alan sadece siyasal düzende yaptırım alanı bulabilir. Bu düşünceye katılıyorum, görüşlerin birbirinden ayrılması için konulan bu ayrım bize bir ışık tutabilir. Örneğin, bir doktrin bize siyasal bir düzende uygulanan kanunlarla ve bunun yaptırımlarıyla ilgiliyse siyasal alana; hayattaki önceliklerimizle ilgiliyse, iyinin ve faydanın ne olduğuysa ilgiliyse kapsamlı alana ait olduğunu düşünebiliriz, en azından ben öyle düşünüyorum. Rawls aynı zamanda kapsalı alanı açıklamak için Kant’ın etiğine de başvurmuştur, buradan yapılan çıkarım şudur: Kant’ın etik prensibi evrenseldir ve zamana mekana göre değişiklik göstermez. Yani, kapsamlı alan evrenseldir aynı zamanda zamana ve mekana göre değişiklik göstermez bu da onu siyasal alandan farklı bir konuma koyar. Karşımıza otonomi denilen bir kavram çıkıyor. Bu kavram çerçevesinde Kant’ın değil de Rawls’un görüşlerine katıldığımı söylemem gerekir. Çünkü, evrensel ahlak yasalarının kabul edilip ona uygun yaşanmasının yalnızca siyasal düzene ait olabilecek bir tutum olduğu kanaatindeyim, bunun özel yaşama indirgenmesi (Kant’ta olduğu gibi) fikrimce günümüz modern toplumlarında kabul görebilecek bir tutum değildir. Yukarıda ifade ettiğim gibi, Rawls’ın üstünde durduğu önemli kavramlardan biri olan muhakeme zorlukları bir bakıma şunu ifade eder, her bireyde bulunan akıl veya akılsal güç, bireyin düşünmesine, muhakeme yapmasına, değerlendirip sonuca kavuşmasına yardımcı olur fakat aynı sonuçlara kavuşacakları anlamına gelmez. Zaten çoğulcu toplumlarda da genellikle aynı sonuçlara ulaşılmaz. İnsanların farklı inançlara bağlı olması, farklı yaşam stilleri olması da bunlara bir etkendir. Sıradaki kavram makul çoğulculuktur, Makul çoğulculuk kavramında karşımıza basit çoğulculuk görüşü çıkar, bu görüşteki bireyler, yukarıda bahsettiğim muhakeme zorlukları fikrini benimsemiş ve etik değerlerin birbirinden üstün olamayacağını kavrayamayabilirler. Makul çoğulculuğu oluşturan makul bireylerdir. Makul bireylerin olmadığı yerde makul çoğulculuktan söz edilemeyeceğini söylüyor bize Rawls. Bahsettiğim iki görüş de siyasal alanın sınırlarını belirler diyebilirim çünkü yargılama da makul bireylerin makul çoğulculuğu oluşturması da siyasal alanın içinde değerlendirilir. Burada da karşımıza adalet kavramı çıkıyor. Adalet nasıl olmalıdır? Bu nedenle de Rawls’un bize ifade ettiği şey hakkanieyet olarak adaletin siyasi alandan ayrı düşünülemeyeceğidir. Makul çoğulcu bir toplumun adalet kavramının oturması devletin adil düzende olabilmesi için tüm bireylerin kabul edeceği bir anayasal düzen olması gerekir. Bu düşünceye tamamen katılıyorum. Günümüz modern toplumlarında da her birey farklı görüşlere, farklı muhakemelere sahiptir. Ama herkesin kabul ettiği bir anayasal düzen mevcuttur. Toplum halinde yaşamanın da kuralı budur.Rawls da bunu sağlayacak konsensüse örtüşen konsensüs demiştir.

  28. İlk makaleyi okurken aklıma Anayasa hukukunda işlediğimiz çoğulcu demokrasi – çoğunlukçu demokrasi anlayışları geldi. Adaletin hukuk vasıtasıyla sağlandığını ve hukuk kurallarının da yasama organı tarafından oluşturulduğunu düşününce yasama organındaki baskın görüşlerin ya da bir başka deyişle yasama organının çoğunluğunun benimsediği doktrinlerin hukuka yansımasının önüne geçilmesi pek de mümkün değildir. Evet belki bazı ortak adalet prensipleri oluşturulabilir fakat herkesin hemfikir olacağı bu ortak iyi çerçevesi bence oldukça dardır. Bu yüzden makul bireylerden oluşan çoğulcu toplum yeri geldiğinde kendi iyi anlayışıyla tamamen bağdaşmasa bile toplumun diğer kesiminin iyi anlayışına saygı duyup, bu anlayışın benimsenebilir bir yönü olduğunu anlamaya çalışan bireylerden oluşan toplumdur bence de. Ancak bu fedakarlık ve anlayışlılık ile toplumun bir arada kalmasının mümkün olabileceğini ve toplumda adalet duygusunun yerleşebileceğini düşünüyorum.

  29. İlk olarak değinmek istediğim konu, bence dünya üzerinde olması gereken ve aslında olan olmak üzere iki adalet sistemi olduğudur. Olması gereken adalet sistemi Locke’un toplum sözleşmesi kuramından hareketle ürettiği ve Rawls’ın kurumlar sistemine oturtarak geliştirdiği adalet sistemidir. İnsanların eşit ve özgür oldukları bir toplumda bu eşitlik ve özgürlük anlayışı devlet kurumları tarafından da temel alınırsa, eğitim, sağlık, yargı vb. her alanda bireysel ideolojilerden uzak ve tarafsız, objektif faaliyetler yürütülüp sonuç alınacaktır diye düşünüyorum. Herkesin her alanda eşit olduğu bir toplum yapısı oluşturmak bence adaletsizliktir, hak ihlalidir. Herkes bir özgürlük alanı içerisinde yararlanılması eşitlik sistemi üzerine oturtulmuş olanaklardan çabaladıkları ve hak ettikleri doğrultuda faydalanmakta özgür olmalıdır. Bu noktada eşitlik sistemini devlet kurumları aracılığıyla yapmalıdır, devletin bireylerin hayatlarına olan teması eşit olanaklar ve özgür ortamlar yaratmakla sınırlı olmalıdır. Aksi halde herkesin eşit şartlara sabitlendiği bir toplumda bireyler sadece devlet düzeni içerisinde çarkı döndürmek üzere var olan robotlardan farksız olur. Birey devlet için değil, devlet birey için var olmalıdır. Cehalet peçesi alegorisi, mümkün olduğunca dar ve temel bir pencereden bakıldığında bir toplumun nasıl işlemesi gerektiğini anlatır, bu nedenle doğru olandır. En temel düzeyde hakkaniyet olarak adalet sadece bu şekilde sağlanır denseydi elbette itiraz gerektirirdi. Ancak Rawls’ın ikinci ilkesi bazı nedenlerle dezavantajlı sayılabilecek kesmin korunması gerektiğini söyleyerek bana göre olması gereken adalet anlayışını anlatmıştır.
    Olan adalet anlayışına değinmek gerekirse, Marx’ın sınıf ideolojisi olarak adalet anlayışının açıkladığı şekildedir yani, hukuk ve adalet üretim araçlarının kontrolünün maddi gerçekliği üzerinde yükselen ideolojik üst yapının bir parçasıdır. Özgür ve eşitsiniz diyerek kandırılan bir toplum yapısı oluşturulmuş, cehalet peçesi sadece dezavantajlı gruba takılmış ve toplum istediğiniz hayat buydu masallarıyla uyutulmuştur. Aslında eşit olanakların olmadığı bir toplum, ‘’ herkes için ‘’ olduğu söylenen kamusal ve kurumsal düzenlemelerle adaletten uzaklaştırılmış ve dezavantajlı kesim daha çok mağdur edilirken, avantajlı kesim daha da avantajlı hale getirilmiştir.
    F. Şimal YERDEKALMAZER

  30. Rawls’ın adalet teorisi, özgürlük ve eşitlik unsurları içermenin yanında birlikte yaşamanın tüm boyutlarına ilişkin ayrıntılı bir anlayışı da ortaya koyar. Aynı zamanda da birlikte yaşamayı mümkün kılacak siyasal anlayışı ve prosedürel süreci ayrıntılı olarak tanımlar.
    Eğer insanlar kendilerine ait öznel özelliklerin tamamını unutup yok sayıp bir tercih yaparlar ve sistem kurarlarsa bunun toplumun faydasına katkı sağlayacağını düşünüyorum. Çünkü burada bireysel bir düşünce hâkim olmayacaktır. Ve bu sistemdeki adalet anlayışının da temel iki ilkeye dayanması lazım. Özgürlük ve eşitlik ilkesi. Ama ikisinin de bir arada olması şarttır.
    Toplumsal adaleti sağlamak için toplumdaki bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunduğu, toplumsal kaynakların eşit dağıtıldığı, eşit olduğu bir ortamı ifade eder. Raws ‘a göre insanlar önce kişisel menfaatlerini, fikirlerini bir yana bırakıp insanlar için adil olanı ve olmayanı belirlemeli daha sonra toplumdaki insanlar toplumun, toplum düzeninin nasıl olacağı konusunda birlik olmalı anlaşmalıdırlar. Toplumsal adaleti bu yöntemler ile biraz da olsa sağlayabiliriz ancak günümüzde bunlar çok zordur. Sorun kaynakların eşit dağılımı konusunda ortaya çıkıyor bence. Bir şekilde insanların hak ve özgürlüklerinin korunması, sağlanması konusunda eşitlik sağlanabiliyor ama kaynakların eşit dağılımında bunu söylemek pek mümkün değil.
    Haydar yiğit Bitigen
    201751028

  31. Rawls’ın doga durum tasvirinde insanlar cehalet peçesi
    sayesinde kendi çıkarlarını düşünüp ona göre hareket edemeyecekleri ve herkese adil bir şekilde davranarak, herkes için en iyi olanı seçecekleri düşüncesi yatar.Bu da tıpkı diğer toplumsal sözleşmecilerin yaptığı gibi bir kabuldür,insanların böyle davranacağını bilemeyiz sadece bunun olması gerektiğinine inanabiliriz.Dİğer yandan bana İnsan herkes için kabul görebilecek kurallar koyarsa bu etik olur diyen Kantı anımsattı.Kant da okuduğumda da hak vermiştim buna,Raws’ın makul insan yani ortalama insanın kabul edeceği ona göre adil olanın, herkes için adil olabileceğini söylediğini anladım,bence de kural koyucular üst sınıfın faydacı yaklaşımlarından uzak ortalama kurallar koymalı,ama ortalama makul insana normal olarak tasvir edilmeyen insanları dışlamamalı.Rawsın söylediği gibi eşitlik sadece sosyal fırsatlardan yararlanmada daha kötü koşullarda olan yararına esnetilmelidir.

  32. Hakkaniyet adaletin temelidir üzerine; makalede aslında adaletin birçok filozof tarafından ele alınıp değerlendirilmesi söz konusudur.doğal hukukun antik yunanda incelendiği stoacılar ve roma hukuku açısından adaleti “insan doğasının ilkelerinin yansıması” olarak görmüştür.Ancak burada özgür olabilmek için yasalar ve hukukun kölesi olunması gerektiği belirtilir.Thomas Aquinas adaleti” ilahi dünya düzeninin parçası ve yansıması” olarak tanımlar. Buna göre tüm evren bir akıl tarafından yönetilir der ki buna katılmıyorum. Nedeni insanların iradesinin var olduğudur kişilerin iradesi de kaderlerine her kişinin kaderinin ise o toplumun kaderine yönelik olduğunu düşünmekteyim.Aydınlanma çağı filozoflarına göre adalet hukuka ve hukuk kurallarına uygun olandır buna kısmen katılıyorum hukuk genel bir kavramdır tek bir olayla somutlaştırılamaz ama adalet sadece hukuk kuralı olarak mı somutlaştırılmalı? yani örneğin şuanda ülkemizde insanların sapkınlıkları dolayısıyla ortaya çıkan hayvan cinayetlerinin hala yaptırıma tabi olmaması veya bu konuda insanları korkutacak bir derecede hukuk kuralı oluşturulmaması adalet olduğunu gösterir mi? bence hayır.Hobbesa göre adalet insanların yaptıkları anlaşma yasalarına uymalarıdır fakat ben buna hiç katılmıyorum çünkü adalet olması için bir devlet otoritesi olmalı diyor ama o devlet otoritesi içerisinde bir adaleti barındırmıyorsa diktatörlük esassa burda bir adaletten bahsedilemez.Rawls’a göre ilk durum insanların ideal bir toplumda hakkaniyet olarak adalet ilkeleri üzerinde nasıl anlaşmaya varacaklarını göstermek için tasarlanmıştır.İkinci ilkeye göre, sosyal ve ekonomik eşitsizlikler öyle yapılandırılmalıdır ki toplumda en az avantajlı olanların durumu daha da kötüleşmesin. ki buna çok katılıyorum. eşitliğin de pozitif ayrımcılıkla oluşan bir eşitlik olması gerektiği görüşündeyim.Rawls hakkaniyet olarak adaleti savunurken kişilerin hak ve özgürlüklerini gözetmesi gerektiğini dağıtıcı adalet anlayışıyla varlıklarını sürdürmesini savunur buna da katılıyorum.
    Şeyma Özkan /201851405

  33. Rawls’ın cehalet örtüsü kavramı aslında adaleti sağlamada herkese eşit davranılmasını ve tarafsızlığın sağlanmasına yönelik bir kavramdır. Bu açıdan cehalet peçesini bir nevi geçen hafta derste konuştuğumuz ‘Adalet Hanım’ın gözlerinin kapalı olması imgesine benzettim. Karşısındaki kim olursa olsun, din, ırk, cinsiyet, sınıf farketmeksizin herkese uygulanacak dağıtıcı adaletin eşit ve tarafsız olmasıdır. Cehalet örtüsünü bu şekilde yorumlarsak elbette ki olumlu ve adaletin taşıması gereken bir anlam ortaya çıkmaktadır. Rawls bu cehalet örtüsüne bürünmüş olan birtakım kişilerin bu kıt kaynakların eşit dağıtımında adil olmalarının ancak bu yolla sağlanabileceğini söylüyor. İnsanın bu cehalet örtüsüne bürünüp gerçekten kıt kaynakların dağıtımını eşit bir şekilde gerçekleştirmesi yani kendisinin ya da belirli bir grubun menfaatlerine gözlerinin kapalı olması mümkün müdür ?
    Ne olursa olsun keşke adı ‘cehalet örtüsü’ değilde başka bir şey olsaydı. Çünkü cehalet kelimesine atfettiğimiz anlam genellikle iyi yorumlanmaya çok açık değildir. Buna rağmen Rawls teorisinde bu kavramı özellikle azınlıkların ve dezavantajlı grupların haklarını korumak amacıyla ortaya attığı hususundaki meramını bence gayet güzel anlatmış. Bu dezavantajlı grupların kimler olduğunun tam olarak tek tek açıklanmaması bence teori bağlamında çok büyük bir eksiklik yaratmıyor. Benim ‘iyi’ anlayışımla bir başkasının ‘iyi’ anlayışı menfaatler bakımından çakıştığında, bu sorunu giderebilecek mekanizmanın ne olduğu sorusunun cevabını ise Rawls’tan tam olarak alamadım. Bireye dayalı bir anlayışı benimsediğimizde ve çoğunluğun ‘iyi’ anlayışıyla bireyin ‘iyi’ anlayışı çakıştığında bunları çözmek bence teorinin uygulanabilirliği açısından çok mümkün değil. Son olarak Rawls’ın varsayımsal durum tanımlamasındaki gibi eşit ve özgür bireyler arasında pürüzsüz bir birliktelik olması bana kalırsa çokta mümkün gözükmemektedir.

  34. Hakkaniyet Adaletin Temelidir
    Adalet kavramı Eski Yunan’dan günümüze kadar çeşitli şekillerde tartışılmıştır. Adaletin ne olduğu, kaynağı, nasıl adaletli olunacağı gibi sorular farklı görüşlere yol açmış ve bu uzun süreçte düşünürlerin üzerinde durduğu en önemli kavramlardan biri haline gelmiştir. Bu yazıda ise özellikle John Rawls’ın adalet anlayışı üzerinde durulmuştur. John Rawls adaleti hakkaniyet kavramı ile açıklar. John Rawls’a göre adil bir toplum adalet ilkeleri üzerine kurulu bir toplumdur. Ona göre bir toplumu adil yapan o toplumun hakkaniyete uygunluğudur yani tüm yurttaşların bireysel haklarını ve özgürlüklerini koruyan kurumları olan ve kaynakların dağıtımını en uygun şekilde sağlayan toplum ona göre adil bir toplumdur. İnsanların adalet ilkeleri üzerinde nasıl anlaşmaya varacakları sorusuna ise ilk durum adını verdiği bir varsayım üzerinden cevap verir. Bu hipotetik ilk durumda insanlar toplumdaki yeri, sosyal statüsü, cinsiyeti, ekonomik durumu gibi kişisel özelliklerinden bilgi sahibi olmadan yani onun söylemiyle cehalet peçesinin arkasından bakarak adalet ilkeleri seçebilirler. Rawls’ın iki ilkesinden olan özgürlük ilkesine göre kişilerin temel hak ve özgürlüklerine çoğunluğa fayda sağlayacak bile olsa kısıtlama getirilemez. Diğer adalet ilkesi ise kaynakların olabildiğince hakça dağıtımıdır. Rawls yine de bir toplumda sosyal ve ekonomik durumlarda eşitsizlik olabileceğini kabul eder. Yine ona göre temel hak ve özgürlükler korunduğu müddetçe, tüm yurttaşların varsayımsal olarak kendi sosyal ve ekonomik durumunu düzeltme imkanının bir hak olarak bulunması yeterlidir. Burada bu görüşe şu eleştiri getirilebilir; teorik olarak tüm yurttaşların hak olarak kendi statülerini değiştirme imkanının bulunması pratik yaşamda da bu imkanın bulunması için yeterli midir? Günümüz modern toplumlarında herkese cumhurbaşkanından iş adamına, kasabından öğretmenine kadar dilediği mesleği icra etmek suretiyle sosyal ve ekonomik statüsünü değiştirme imkanı hukuksal anlamda hak olarak tanınmıştır. Ancak bakıldığı zaman kişilerin büyük çoğunluğu gerçekte istemediği bir meslek icra etmekte veya ekonomik/sosyal statü içerisindedir. Bu durumdan kişilerin hakça eşit olmasının gerçekten eşit olmalarını sağlamak bakımından yeterli olamadığı söylenebilir.

    Furkan ÖZMEN
    201751138

  35. Bu haftaki makalaler ile ilgili görüşlerim:
    Rowls’a göre geçen hafta da görüşlerimde paylaştığım ve derste tartıştığımız üzere aslında ‘’adalet’’ kavramının bir yorumdan ibaret olduğunu söylemiştik. Ancak Rowls bu kavramı derste saygıdeğer Ali hocamızın da söylemde bulunduğu üzere bir çizgisi olduğunu, sınırının olduğunu söylemişlerdi; Rowls da Kantçı ahlak teorisinde söylenen her insanın temelde iyi olduğunu, iyiye yöneldiğini, mutluluğun kaynağının iyi de saklı olduğu görüşüne katılmakta ‘’adalet’’ kavramı ve bu çerçevede ortaya çıkarılacak hukuk sistemi(normlar, usûller vd.) bu temelde oturtulacak demekte, bu çerçevede ‘’adalet’’ kavramının doğal bir sınırının olması gereken çerçevede bir sınırının ‘’olması gereken’’ çerçevede oturtulması, çizgisinin bu unsur dikkate alınarak oluşturulmasını anlatmakta ve bu anlayışa katılmaktayız. Adalet’i yalnız siyasi alanda değil insan yaşamının bütün alanlarına uyarlayarak yapılması gerektiği çıkarılmıştır. Rowls Kant’ın kapsamlı ahlak teorisini; bireylerin özünde ‘’iyi’’ olduğu temelinde ilerlemekte, adalet teorisini buna yanaştırmaktadır. Bireylerin birbirine zıt adalet anlayışları olabilecek olsa da öyle teoriler olmalı ki hem özel hem de siyasal alanın insanlarının bütününe güvence altına almalıdır. Rowls örtüşen konsensüs anlayışı çerçevesinde Adalet’i bireylere indirgemektense siyasi/toplumsal öznenin içinde kabul etmektedir. Sonuç olarak bireylerin özel alanlarındaki özgürlükleri de garanti altına alınmış olmaktadır. Saygılarımla…
    Samet EREL

  36. John Rawls, hakkaniyet ve eşitlik kavramları üzerinde durarak bir adalet teorisi ortaya çıkarmıştır. Ona göre baskıcı olmayan, eşitlikçi olan bir adalet anlayışı siyasal liberalizm yoluyla sağlanabilir. Görüşünü şekillendirirken her ne kadar evrensellikten kaçınmak istese de nihayetinde maruz kaldığı eleştiriler onun evrensel bir bakış açısına sahip olduğu yönündedir. Siyasal liberalizm görüşünü açıklarken üç temel kavram üzerinde durmuştur. Bunlar “muhakeme zorlukları”, “makul çoğulculuk” ve “örtüşen konsensüs”tür.
    Rawls’a göre insanların farklı iyi anlayışları vardır ve bu durumun en önemli sonuçlardan biri makul bireylerin her birinin muhakeme zorlukları sebebiyle farklı görüşler benimsediği, bunun da herkesçe kabul edilmesini sağlayacak şekilde gerekçelendirilemeyeceğini bilmeleridir. Dolayısıyla makul bireyler herkesin tek bir doktrine bağlı kalamayacağının farkındadır. Buradaki muhakeme zorlukları bireylerin her birinin kendi iyilik, adalet, hakkaniyet anlayışlarının farklı olması sebebiyle ortaya çıkar. En basitinden biz bile tepki paragraflarımızı yazarken çeşitli görüş ayrılıkları yaşarız. Kimisi Rawls’un Adalet Teorisi’ni benimserken kimisi bunu makul bulmaz. Her bireyin kendi birikimi, öğrendikleri ve uyguladıkları, yapacağı muhakemeye yön verir. Dolayısıyla ortaya ilk kavram olan “muhakeme zorlukları” çıkar.
    İkinci kavram olan “makul çoğulculuk”, toplumu oluşturan bireylerin hepsinin makul olmasından geçer. Rawls’a göre makul çoğulcu bireylerin oluşturduğu bir toplumda adalete giden yol, makul bireylerin uzlaşmasından geçer. Bununun için de en uygun olarak ortak bir adalet anlayışı benimsenmesi gerektiğini savunur. Eğer bir toplumda ortak bir adalet anlayışı benimsenirse, o toplumda birlik sağlanır. Bu noktada ortak bir adalet anlayışı geliştirmek için Rawls’a göre anayasal bir antlaşma gereklidir ancak hiçbir kapsamlı doktrin buna yeterli olmaz. Dolayısıyla bu noktada üçüncü kavram ortaya çıkmıştır.
    Rawls bunu sağlayacak bir “örtüşen konsensüs” olduğunu öne sürer. Örtüşen konsensüs, birbirlerinden farklı iyi anlayışlarına sahip olan ve çoğulcu toplumda yaşayan makul bireylerin ortak bir fikir geliştirdikleri antlaşmadır. Rawls’a göre örtüşen konsensüs özgür, eşit ve makul bireylerin üzerinde hemfikir oldukları bir antlaşma olmalıdır ve yalnızca vatandaşların gündelik yaşamlarını sürdürürken ihtiyaç duydukları ortak alanlara uygulanacak adalet prensiplerini belirleyen bir konsensüs olmalıdır. Dolayısıyla bireylerin hakları korunmuş olur ve diğer bütün anlayışlardan uzak, siyasal alanda uzlaşma sağladıkları bir alan içinde, eşit ve özgür bir şekilde yaşayabilirler.

  37. Rawls’ın toplum sözleşmesine bir alt kabul olarak getirdiği düşüncesinde insanların bireysel olarak her şeyi unutmalarının gerektiğini,toplum içindeki konum ve ırklarından haberleri olmadan sadece kendi yararlarını yakından gözetecekleri ama kim olduklarını bilemeyeceklerini söylüyor. Fakat bu noktada kendisi bilmeyen toplum içinde konumlandırmasından haberi
    olmayan bir birey nasıl kendisi için en uygun olanı bilip bunu yasa haline getirmeye çalışacak? Adaleti bu yolla sağlamaktan başka bireyin kendisinin farkına vararak özgürlük ve kaynakların dağıtımı ilkelerini de rehber edinerek hakkaniyete dayalı adaleti sağlayamaz mı ?
    Gerçekten tek yol bu mu ? Çok ilginç bir düşünce olduğunu düşünmek ile birlikte bu soruları sormama rağmen gerçekten mantıklı bi yol olduğunu da düşünüyorum.
    Aslında bu cehalet pençesi kavramı bir çeşit empati kurma yönetimi olarak da düşünülebilir.Aslında hep arzuladığımız şeyi yapmamız için gerçekten kimliklerimizden sıyrılmamız gerekiyor.
    Böyle bi kurgusal durumda herkes eşit ve en avantajlı durumda olanı seçmek en kârlı olan. Neticede en dipte olma ihtimalin var ve ortalama bir düzeyde olma ihtimalin için mücadele veriyorsun.Bu özgürlük olur fırsatlar olur ekonomik durum olur farketmez.Aslında bi yerde çoğunda gözün olmasın yettiği kadarını al bununla yaşa demek istiyor gibi düşünüyorum.Ama yine de teorinin mantığın da sanki şu durum biraz boşluk kalmış gibi geliyor.Sonuçta bu kaynakların dağılımını yaparken merkezde “bunun sonucunda nerde olacağım, ya en kötü senaryo beni bulursa bunun bulmaması için en iyi ve avantajlı olanı seçeyim.“ düşüncesi yok mu ? Adaletli olmak zorunda kalınacak bir ortam yaratıldığı takdirde hakkaniyetin ortaya çıkacağı düşüncesi bence biraz üzücü bir durum. Merkeze beni koyarak ilerlediğimiz hangi düşünce hangi teori acaba tam adaletli olabilir? Açıkçası burayı düşüncenin aksayan yönü olarak görüyorum.Belki de bilerek böyle bir yöntem izlenmiş de olabilir. Çünkü beraber yaşamak zorundayız ve bu en ideal şekilde olması gerekiyor.Azınlıklar olarak nitelendirilen kesim için bence çok işlevli bir görüş olabilir.Ama uygulamaya geçmesi mümkün değil gibi görünüyor.Uygulamaya dökülecek bir durum olmasa da okuyanlar için fikir olarak zihne yerleşmesi bile daha adaletli olmak için bir gayret getiriyor.Belki de bu düşünce somut karşılık bulsun diye değil soyut olarak anlatıldıkça anlamlansın diye düşünülmüştür.
    Yeniden doğmak ve kimliğimizden tamamen sıyrılmak için bir şansımız yok. Ama yeni doğan bir bebek nasıl bir dünyayı hak ediyorsa aslında öyle bir dünya şekillendirmek için böyle bir fikri benimsemeliyiz.
    Adının cehalet /bilgisizlik peçesi olmasını doğru bulmadığımı da belirtmek isterim.Umarım bu peçe hakkaniyetin üstünü daha da örtmek için kullanılmaz.

  38. John Rawls’a göre toplumdaki adaletsizliğin meşruluğu ancak alttakilerin yararına olmasıyla sağlanır. Yani insanlar kendi yeteneklerinden ve bilgilerinden haberdar olmadıkları bir duruma indirgenirse eşitlikçi bir toplumda yaşamak daha değerli bir hale gelecektir. Rawls’un eşit paylaşım fikrinin tabanına faydayı sağlamaya çalışması belki de çoğu düşünüre göre daha adaletli olduğunu gösterir.
    İrem Şule Tırpan 201851401

  39. Şu zamana kadar birçok filozof bir çok düşünür hatta okullarda biz bile adalet kavramını tanılamaya çalıştık. Her düşünü kendi hukuk anlayışları çerçevesinde adaleti tanımlamışlardır. Peki niçin bu kadar önemlidir elimizde bir adalet tanımının olması? Bu bağlamda adaletin belli kalıplar içerisinde olmasından çok içsel bir kavram olduğunu düşünüyorum. Locke’a göre adalet; insanlığa herkesin eşit ve özgür olduğunu, hiç kimsenin bir diğer insanın sağlığına, canına, malına-mülküne, özgürlüğüne, yani, mülkiyetine zarar vermemesi gerektiğini ifade eder. Buna göre, “adalet mülkün (devletin) temelidir. Bizim mahkemelerimizin duvarında da bu söz yer almaktadır.
    John Rawls ise adil toplum ilkeler üzerine kurulu toplumdur. John Rawls “hakkaniyet adaletin temelidir” der ve adaleti hakkaniyet üzerinden açıklamaya çalışır. Buna göre hakkaniyet olarak 2 adalet ilkesi adil bir toplum yaratmak için yeterlidir. Bu ilkelerin ilki herkesin temel özgürlüklerde eşit hakkı vardır. İkincisi ise, toplumda sosyal ve ekonomik eşitsizlikler vardır; fakat bunlar herkesin avantajına olacak şekilde düzenlenmelidir. Birinci ilkenin İkincisine göre üstünlüğü vardır. Çünkü adaletten bahsedebilmemiz için ilk olarak bireysel özgürlükleri korumak gerekir. Bu bağlamda ilkelere dayanan bir adaletin işleyebileceğini düşünüyorum. Çünkü genele bakıldığında adaleti sağlama aracının mahkemeler olduğuna dair bir düşünce var. Ancak mahkemeler sadece hukukun koruduğu menfaatler üzerinden adaleti sağlar. Oysa günlük hayatımızda mahkemelerin gideremeyeceği birçok adaletsizlikle karşılaşıyoruz. Bu halde adil olabilmek adına ilkelere dayanmanın adil bir toplum düzeni yaratmak açısından işlevsel olabileceğini düşünmekteyim.

  40. ”HAKKANİYET” ADALETİN TEMELİDİR
    Adalet,korku mudur?Binlerce yıldır tanımlanmaya çalışılan ve makalede de yer verilen görüşler doğrultusunda aklıma bu soru geldi.Çünkü birçok görüşte Tanrı’ya yapılan bir atıf mevcut.Bu anlamda belki de insan içindeki kötüyü bastırıp onun erdemli olmasını isteyen Tanrı’nın buyruklarını ondan korkarak yerine getiriyor ve bu anlamda adalet sağlanıyor.Bu , bireyin tek başına günlük yaşam davranışlarındaki motivasyonu yansıtıyor olabilir fakat kolektif anlamda tüm toplumu düşündüğümüzde ya birileri ‘cesur’ çıkıp suç işler de, adalete ve toplum dayanışmasına zarar verirse o halde çözüm ne ile sağlanacak?Bence bu noktada toplumun anlaştığı devlet otoritesi sahneye çıkmakta ve hakkaniyet duygusunu kurumsallaştırmaktadır.Peki hukuk düzeni içinde sağlanmaya çalışılan adaletin aracısı olarak karşımıza çıkan hakkaniyet, hukuk düzeni ile çatışabilir mi?Çatıştığında hukuk düzeni baskın gelirse Thrasymachos haklı mı çıkmış olur?O halde hakkaniyetin hakkaniyetliği kalır mı?Aslında bu sorular çerçevesinde ”Adil olmayan kanun,kanun değildir” düşüncesinin keskinliğine katılmıyorum çünkü hakkaniyetin insan ruhunda saklı olduğuna inanıyorum.Çünkü belki de insan ruhundaki iyi ile kötü arasında denge kurabilen “filozof” hakimler katı hukuk kurallarını hakkaniyete uygun şekilde adaletin tanımıdırlar.Bir taraftan da hukuk kurallarınin adil olması düşüncesi es geçilmemeli ve fakat katı hukuk kuralları da mevcudiyetini devam ettirmeli ki insan psikolojisindeki caydırıcılıklarını da muhafaza edebilsinler.Hukuk kurallarındaki adalet gerekli olsa da ben bu noktada yukarıda da belirttiğim filozofluğun karşılığını oluşturabilecek olan Leibnz’daki bilgelik vurgusunun daha önemli olduğunü düşünüyorum.Ancak Leibnz’in aksine kuralların ne kadar adil olması gerekliliğini hem önemli hem önemsiz olarak görüyorum.Çünkü kanunların dilinin hakim olduğu boşa söylenmiş bir söz değildir.Çünkü dünyanın en adaletsiz kanununun bile bilge bir hakimin elinde o topluma ve o bireye meşru,yerinde ve payı oranında adaleti dağıtacağına inanıyorum.Ancak elbette ki inanmak yetmez,modern hukuk sistemlerinde hakkaniyet ve adalet tek bir kişınin vicdanına bırakılamaz,hukuki güvenlik önemli bir müessesedir ve bu noktada hakimin hakkaniyet duygusuna hatırlatmalar yapacak yasa hükümleri de gerekir ki dolayısıyla Locke’un anayasal düzene ilişkin fikirlerine katılmaktayım.Ancak kuvvetler ayrılığı tartışmalarında hangi erkin daha ‘erk’ olması gerektiği sorusuna şüphesiz ki bilge hakimlere inancımdan dolayı yargı erki cevabını veririm.Ama belirttiğim gibi bilge hakimin kalbine hatırlatmalar yapacak, devletle bizler arasındaki sözleşmenin sonucu doğan anayasalcılık önem taşımaktadır, Rawls’un bu bağlamdaki düşüncelerine katılıyorum.Çünkü insanın yarattığı devlet otoritesi ile sözleşirken kendi menfaatini koruma içgüdüsü içerisınde olarak Aristo’daki orta yol kavramına atıfta bulunacak adil bir anayasal düzene imza atabileceğini, en azından bu yoldaki mücadelesine devam edeceğini düşünüyorum.Tam da bu noktada Rawls’un bazı görüşleri kafamda soru işaretleri oluşturdu.Toplumdaki sosyal yapı,sınıfsal farklılıklar gözetilmeksizin tüm insanların eşit olarak değerlendirilip ona göre bir adalet teorisi inşa etmek ne denli hakkaniyetli onu düşünüyorum.Çünkü ben aksine hakkaniyetli bir düzen için eşitlik idealinden yola çıkılıp, toplumdaki bu ayrımların varlığını bilerek ve görerek, bunu en aza indirgeyecek bir düzenin inşaasını hakkaniyete uygun buluyorum.Hakkaniyetin, mücadele aracı olduğunu ve kuralları herkesi eşit olarak ele alıp düzenlemektense herkesin eşit olmadığını ve bunun giderilmesini sağlayacak farklılıklar göz önünde bulundurularak sağlanması gerektiğini düşünüyorum.

  41. John Rawls’un teorisinin bende uyandırdığı ilk düşünce, teorideki belli özellikler sebebiyle kabulünün aslında kolay olduğu yönündeydi. Rawls’un teorisini aslında bir noktada insan aklına ve düşüncelerine dayandırması onun kuramını anlamamızda etkilidir. Yine hak ve özgürlüklerin tüm yurttaşlar için eşit olduğu düşüncesi, bunun yanında eşitsizlik kavramının hep olacağını ve tüm yurttaşların yararına olduğu sürece normal hatta adil olduğunu belirtmesi, hemen arkasındansa toplumdaki en az avantajlı kişilerin korunması gerektiğini savunması gibi hususlar bu teoriye karşı oluşturulabilecek eleştirilerin birçoğunu engellemiştir bana göre. Rawls’un gerek cehalet peçesi düşüncesinden yola çıkarak oluşturduğu ilkeler, gerekse adaletin hakkaniyet olarak anlaşılması gerektiğini savunan teorisi aslında toplumun temel beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek niteliktedir. Yine kuramında belirttiği ‘bir taraftan bütün insanların aynı derecede zengin olmaları olanaksız ve gereksizken, beri taraftan bütün insanların ekonomik durumunun hakça düzenlenmesi zorunludur’ düşüncesi onun denge ve adaleti sağlama çabasını gözler önüne serer. Ancak teorideki cehalet peçesi gibi bazı kısımların varsayımsal olduğu düşünüldüğünde, Rawls’un bu noktadan hareketle edindiği çıkarımların her zaman öngördüğü gibi olamaması da mümkün diyebiliriz sanırım.

  42. Bu haftaki makaleleri okurken aklıma gelen ilk şey ‘Rawls kesin amerikandır’ düşüncesi oldu. Zaten daha sonra araştırdığımda Rawls’un Amerikan olduğunu öğrendim. Böyle düşünmeme sebep olan şey ise makalelerde bahsedilen çoğulcu toplumda farklı değer yargılarına sahip olan insanların birbirlerinin değer yargılarına saygı duyup, kendi düşüncelerini diğerlerininkinden üstün görmemek, saygı duymak vs ifadeleri oldu. Amerikada farklı ırklardan, farklı etnik kökenlerden gelen insanların bir arada yaşamayı sürdürebilmelerinin sebebi Rawls’un ifade ettiği bazı nitelikleri taşıyan makul bireylerden oluşması olsa gerek. Tabi ki bu Amerikanın makul bireylerden oluşan muhteşem bir devlet olduğu anlamına gelmez, hele ki Amerikan tarihine bakılırsa gerçeğin, bu idealden çok farklı olduğu aşikar. İşte bence bu yüzden Rawls’u yaptığı da Amerikan toplumunu ve tarihini ele alıp, gerçek durumu biraz idealize etmek gibi.
    Rawls’un teorisindeki toplumsal sözleşme, bana Rousseau’nun toplumsal sözleşmesindeki genel irade kavramını çağrıştırdı, ne kadar doğru bir çağrışım olur bilemesem de. Rawls’a göre başlangıç durumunda, cehaletin pençesi arkasındaki dönemde insanlar farklılıkların, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin farkındalar. Özellikle Amerika gibi özgürlük ve eşitlik ilkelerinin önem kazandığı bir ülkede, toplumdaki bireyler cehaletin pençesi arkasında yaşamanın adaleti ve eşitliği sağlayamayacağının farkındaydılar. Eşit ve özgür insanların olduğu, birbirlerinden farklı değerlere sahip insanların birbirlerine baskı kurmayacağı bir toplumu, adaleti istediler; bunun için toplumsal sözleşmeyi zorunlu olarak yaptılar. Yani Rousseau’daki gibi toplum, kendisi için iyi olanı Rawls’un teorisinde de bilmekte.

  43. Genel olarak Rawls’ın Hakkaniyete dayalı adalet teorisindeki argümanlarını çok sağlam buldum ve birbiriyle çelişen, tutarsız yanları olduğunu düşünmüyorum. Yola çıkarken sorduğu çoğulcu bir toplum nasıl adil ve istikrarlı olabilir sorusu bence de biraz imkansızlık tasarımı gibi. Toplumun ölçeği büyüdükçe soyut kavramları tanımlamak da varsayımsal bir kavram üzerinden bir düzen oluşturmaya çalışmak da oldukça zor. Kendisinin de bahsettiği gibi fikir ayrılıkları ve derin karşıtlıklar çoğulcu modern demokrasilerde kaçınılmaz. Rasyonel ve makul ayrımı, siyasal ve kapsamlı doktrin ayrımı, ilk durum tasviri ve diğer detaylar bu teorinin çok bir ince bir işçilik olduğunu düşündürüyor. Düşüncenin kendi içindeki tutarlılığını ve çözümcüllüğünü çok sevmekle birlikte başlangıçtaki bilgisizlik kısmı biraz kafamı karıştırdı ki zaten eleştiri noktalarından birisi olmuş makalelerde de geçtiği gibi. Geçen haftaki derste bahsettiğimiz adaletin gözünün kapalı olup olmaması konusundaki gibi sanki kapalı olduğunda bunu herkesin zaten sağlayabileceği düşüncesine benzettim ilk başta herkesin toplum içindeki yerini, statüsünü, ırkını, cinsiyetini bilmemesini. Sandel’in “soyut ve bedensiz bir öznenin keyfiliğe sapmaksızın belirli bir adalet ilkelerini nasıl üretebileceği” yaklaşımının da haklılık payı var diye düşünüyorum. Yani insandan her türlü bilgiyi aldıktan sonra adalete dair bir görüş birliği sağlamak çok da zor olmasa gerek ama insandan her şeyi bildiği halde bir şeylere menfaatçi yaklaşmamasını beklemek çok büyük bir sorumluluk yüklemek olur ki böyle bir şeyin teknik olarak mümkün olduğunu da düşünmüyorum. O yüzden herkesi sıfır konumuna getirip buradan yola çıkmak biraz kolaya kaçmak gibi olsa da ortak bir paydada buluşabilmek adına güzel bir yöntem gibi duruyor. Rawls’ın Sandel’in eleştirisine yanıtında kişilerin soyut ve hayattan kopuk olmadığını savunması ve iyi anlayışlarının sabit olmayıp, hayat süresince değişikliğe uğraması doğru bir bakış açısı ve kafa karışıklığını ortadan kaldırıyor sanki. Bu teorinin her aşamasının bir sonrakini kolaylaştırmasını ve temeli sağlamlaştırmasını çok beğendim ama eleştireceğim bir nokta şu olur ki adaletin kapsamını yalnızsa siyasi alan içine sınırlandırmak adaletin toplumda görüldüğü alanı daraltmak olur ki bir adalet varsa bunun hareket alanının çok geniş olmasını isterim şahsen. Aynı şekilde adaletin öznesi bireyler değil toplumun temel yapısıdır düşüncesine de katılmıyorum özneye bireyi almak bence adalete kavuşmak için çok daha yararlı olur.

  44. “Hakkaniyet” Adaletin Temelidir
    Adalet konusunda insanlığın çeşitli dönemlerinde, çeşitli kişiler tarafından adalet tanımı yapılmış. Ancak ben iki tanesi üzerinde durmak istiyorum.
    İlk olarak Platon’un adalet anlayışında katıldığım yerler olduğu halde katılmadığım yerlerde mevcut. Örneğin “Adalet idesini tam olarak yalnızca filozoflar kavradıkları için ‘ya filozoflar yönetici ya da yöneticiler filozof olmalı.’ sert bir şekilde ayrım yaptığı bu görüşüne katılmıyorum.
    İkinci olarak Stoa ve Roma hukukunda “İnsan doğasının ilkelerinin yansıması olarak adalet” anlayışına göre özgür olabilmek için yasalar ve hukukun kölesi olmamız gerektiği belirtiliyor. Ancak insan eliyle yaratılan yasaların ve hukukun KÖLESİ olduğumuzda nasıl özgür olabiliriz ki? Yaratılan bu yasaları ve hukuku benimseyip buna göre yaşamak bambaşka bir şey ama köle olmak … ?
    Berfin ELHANAY

  45. İnsanlık özellikle son dönemde araştıran, sorgulayan, kurcalayan vb. özellikler kazanmıştır. Siyasilerin ve yöneticilerin söylem ve eylemlerini eskilere nazaran günümüz insanları daha çok sorgulamakta ve eleştirmektedir. Özellikle günümüzde adalet düşüncesinde ortaya çıkan tartışmalar ziyadesiyle artış göstermiştir. Çoğulcu bir toplumda iyi anlayışı bireyler arasında farklı görüşlere neden olmaktadır. Hakim durumunda olan doktrinin, kendi otoritesini korumak adına diğer görüşlere karşı hoşgörüsüz ve anlayışsız davranması baskıcı bir otoriteye dönüşmesine sebep olmaktadır. Bu baskıcı anlayış günümüz toplumunda pek kabullenen bir durum değildir ve sürdürülebilirliği tartışma konusudur. Toplumun beklentisi azınlıkta olanların da düşünce ve görüşlerine anlayışla karşılayan ve örtüşen bir konsensüsün sağlanmasıdır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s