Hukuk Felsefesi 4. Hafta Konuları Okuma Parçaları

4. Hafta konusuna dair aşağıda paylaşılan makalelerden, başlığı belirtilenlerin okunması ve haklarında 21 Mart Pazar günü 18:00′e kadar reaksiyon paragrafı yazılıp gönderilmesi gerekmektedir. Diğer iki makalenin okunması tavsiye edilir.

“Tabii Hukukun Epistemolojik Tahlili (Selahattin Keyman)”

“Tabi Hukukun Tabi Neticesi ya da Laik Hukukun Kökleri (Cengiz Otacı)”

“St. Thomas Acquinas”

“Hukuk Felsefesi 4. Hafta Konuları Okuma Parçaları” için 58 yorum

  1. Doğal hukuk insanların, devlet haline dönüşmelerinden önce birtakım hak ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesinden hareketle normatif hukuku doğal hakların üzerinde kurmuştur.
    Tabii hukuk, olması gereken hukuk olarak görülür. Peki olması gereken nedir? Tüm toplum için olması gerekeni sağlayabilir miyiz? Evrensel olarak toplumların ortak ihtiyaçları vardır, bunlardan hareketle temel ihtiyaçlar çerçevesinde ortak kurallar konulabilir bu da deneye bağlı olmadan varlığının peşinen kabul edilmesi anlamına gelen a priori kavramına yönlendirir bizi ama bunun dışında bu kuralların belli bir topluluğun olması gerekenini yansıttığını düşünüyorum. Bu da bizi insanların yaratmış olduğu hukuka yani hukuki pozitivizme götürüyor. Çünkü her coğrafyanın kendine özgü ihtiyaçları vardır, burada aslında ihtiyaç kavramı da tartışılmalıdır. İhtiyaç, bir organizmanın sağlıklı bir yaşam sürmesi için gerekli olan bir şeydir. Tüm insanların ihtiyaçlarını karşılayabilme ve bunun ışığında da çeşitli kurallar koyabilme düşüncesi de bana ütopik gelmektedir.
    Doğal hukukun temelinde yer alan evrensel ilkeler pozitif hukukun da temelini oluşturur ve böylelikle doğal hukuk ve pozitif hukuk arasında bir bağ olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Pozitif hukuk her ne kadar belli bir toplumda, sadece o toplumun yapısına göre oluşturulmuş olsa da temelinde adalet düşüncesini barındırır.

  2. Tabii Hukukun Epistemolojik Tahili makalesi hakkında
    Makalede, tabii hukuk ile müspet hukuk arasındaki ilişki Klasik Yunan felsefesinden Platon ve Aristo’nun fikirleri ve sözleşmeci filozofların görüşlerinden yararlanarak açıklanmış, müspet hukukun tabii hukuktan bağımsız olamayacağı bu görüşlerle ele alınmıştır. Pozitif ve modern hukukçuların tabii hukuka yaptıkları eleştirilere de yer verilmiştir, ancak pozitivist hukukçuların hukukun kaynağını tabii hukuka dayandırmaktan uzak kalamadıkları ifade edilmiştir. Örneğin, Kelsen’in saf hukuk teorisindeki temel norm varsayımı, tabii hukuktan bağımsız olarak açıklanamamakta. Yazar, temel normu açıklarken Kelsen’in Hobbes’çu fikirlerden etkilendiğini söyleyen eleştirilere yer vermiştir.
    Makalede, bu yolla bütün müspet hukuk anlayışlarının temelde tabi hukuka dayandığını savunmaktadır. Müspet hukuk kuralları tabii hukuka dayandığı ölçüde meşru olacaktır.
    Tabii hukuk filozofların ifadelerinden de anlaşıldığı üzere böylesine önemliyken ve geçmişteki hukuk düzenlerini oldukça etkilemişken gelecekte de hukuk sistemlerini hatrı sayılır düzeyde şekillendireceği açıktır.

  3. Adil olmayan kanun , kanun değildir. Hukuk ile adalet arasında bağ kurmak zorundadır. İnsanın aklıyla bulduğu , bağlayıcılığını devletten almayan adalet esasına göre değerlendirilmesi esas olan hukuktur. Adalet anlayışı çağlara göre değişkenlik göstermiştir. Örneğin aristo köleliğin doğal bir kurum olduğunu çünkü hukukuna tabiattan tabiatın da doğanın kanunlarına uygun olması gerektiği anlayışıyla efendi ve kölelik ilişkisinin doğa kanunlarının bir sonucu olduğudur. Ancak dediğimiz gibi çağdan çağa farklılık gösterebiliyor.
    Pacta sunt servanda ilkesi , bir uluslararası hukuk ilkesidir, insanın aklı verilen sözü tutumasını emretmiştir. Herkese hak ettiği ceza verilmelidir. İnsanın doğasından kaynaklanan kurallardır. Özgürlük eşitlik laiklik gibi temellere dayanmaktadır. Bunlar bütün insanlar için yalnızca insan olmaktan kaynaklanan evrensel nitelikteki insan haklarıdır. Herkes kanunlar önünde eşittir. Anayasa madde 10.Herkes kusuru ile verdiği zararı ödemelidir. TBK m49 kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren bu zararı gidermekle yükümlüdür.
    2/ zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de , bu zararı gidermekle yükümlüdür.
    Pozitif hukuk ancak tabii hukuka uygun olduğu ölçüde hukuktur. Yani adil olmayan pozitif hukuka kimse uymaz.Hukuk akıldan kaynaklanır. Pozitivizm ancak işlevlerinden biri olabileceği gibi temel amacı değildir. Bunu temel amaç gibi görmektedirler. Ancak hukuku bir araç olarak kabul etmezsek hukuk egemenin iradesi ile yaratılmasıyla sınırlı tutulursa o zaman bir hukuk şeye dönüşür. Çünkü kanun yapmak bilimsel bir süreç olabilirken kanunu uygulamak da bir insan iradesine ihtiyaç duyar. Hakimlerin verdiği kararlar ve sistemimizde de bağlayıcılığı olan içtihatları birleştirme kararları hakimlerin yani bu iradeyi uygulayıcılarının da belirli iradesi olduğu yönündedir. Ayrıca şuanki sistemimizde 10. Hukuk ve 11. Hukuk dairelerinin bile benzer konulardaki kararlarının aynı olmadığı ve bu daire daire değişkenlik gösterdiği yönündedir. Yani hukuk insan aklının iradesinin ürünüdür. Ve uygulayıcısı da aynı şekilde aynı iradeyi devam ettirmektedir. O yüzden adalet eşitlik gibi kavramlardan bağımsız tutulmamaktadır.

  4. Doğal hukuk, normatif bir olgudan değil de tabiatta var olan hukuku kuralları olarak da tanımlanabilir. Mahkeme kararlarında ya da yürütmenin uygulanmasında yazılı kuralların dışında, bazen o yörenin yapısına göre bazen de o meslek grubuna özgü doğal hukuk kuralları dikkate alınır. Çünkü doğal hukuk ile çakışan müspet hukuk uzun süre geçerliliğini koruyamayacaktır. Kanunda yer alsa bile uygulamada varlığından söz edilemeyecektir.
    Bunlardan bahsederken doğal hukukun değişmez olduğunu söylemek de mümkün değildir. Değişen dönem koşulları toplumun gelişmesi ihtiyaçlarının farklılaşması da yeni doğal hukuklarının oluşmasını sonucunu doğuracaktır.

    Halil ibrahim Gökçimen

  5. St. Thomas Aquinas’ın görüşü hakkındaki makaleyi değerlendireceğim.

    Aquinas, felsefik ve aynı zamanda teolojik (yani dini düşünceler,fikirler üzerinde karşılaştırmalı tartışmaların yapıldığı din bilimi alanı) sayılabilecek konularda görüşlere sahiptir. Birçok toplumsal, bireysel konularda olduğu gibi hukuk ile de din üzeri düşüncelere sahiptir. Şimdi bunlardan kısaca bahsetmek gerekirse, Aquinas; Tanrının akıl bilgisi ile bilinip, Tanrının varlığına bu şekilde delil elde etmenin mümkün olmadığını, bunun ancak düşünerek ulaşmanın da ötesinde bir inanç ile mümkün olabileceğini söylemektedir. Tanrının bilginin asıl sahibi olduğunu ve bizim ona ulaşmak için herhangi tümel-tikel şekli düşünmemize gerek olmadığını, yani Tanrının doğrudan her bilginin üstünde konumlandığını ifade eden Aquinas hukuk alanında da bu etkilerin olduğunu ifade etmektedir.

    Tanrının sahip olduğu yaratma gücü, onun hükmetme ve hüküm sürme yetisi, bu sebepten de etkisini doğrudan yaratıcı olarak nitelendirdiği Tanrıdan alan bir sistemin olduğunu ifade eden Aquinas, makale de ifade edildiği gibi bazı kudretlere sahiptir. Alemi ve insanları yoktan var eden, insanları iyi olarak yaratan, kendi görüşü açısından üçleme olarak Baba-Oğul-Kutsal Ruh’un ezelî olduğunu ve gücün bizzat onların kendisi olduğunu ifade eden Aquinas, kontrolün de onlar da olduğunu söyler. Biz bu kontrol mekanizmasına inanç olarak bakarız. Makalede bu cümleyi okuduğumda aklımda hemen ilk derste yaptığımız ayrım geldi. A priori ve a posteriori ayrımı. Aquinas bu ayrımdan açıkça anlaşılacak şekilde a priori bilgiyi dikkate almaktadır. A priori olan, tahayyül etme esasında, aklımızdan kaynaklanan, deney edilmeden edindiğimiz bilgilerdir. Bunu makalede de konu edinilen enkernasyon üzerinden kanıtlayabiliyoruz. Enkernasyon, vücut bulma şeklinde de ifade edebileceğimiz, Tanrının yeryüzünde- soyut bulunan egemenlik gücünü somut hale getirecek şekilde- kendini vücuden göstermesidir. Aquinas bunu kendi inancında yer alan İsa üzerinden anlatır. İşte bu inanç, yeryüzünde kendini İsa olarak gösteren Tanrı’nın kendisinedir.
    Şimdi a priori bağlamında bununla ilgili şöyle bir değerlendirme yapabiliriz. Aquinas 1225 yılından 1274 yılına kadar yaşamış bir rahiptir. Kendisinden yüzyıllarca varolan bir kişi üzerinden deneye tabi tutacağı bir bilgiye sahip olması mümkün değildir. Çünkü tarihin gerilerinde kalmış bir kişiyi veya olayı o günkü gibi ele alıp değerlendirmek mümkün değildir. Ancak kitaplar üzerinden okudukları ve a priori bilgide de bahsedilen gibi zihninde tahayyül ettikleriyle düşünebilir. Burada bir tecrübe etme, deneyimleme ve ona göre hareket etme yetisi oluşmaz. İşte Aquinas’da bunun üzerinden bir inanç sistemi ile ilahî olarak kabul ettiği Baba-Oğul-Kutsal Ruh’a, yani teslis sistemine inanmakta, aynı şekilde enkernasyon düşüncesi de bu inancın akılda deney edilmeden yer almasından kaynaklanmaktadır. Buna Meryem’in Tanrının annesi olarak anlatılması, eskatoloji (İslam dinindeki ahiret inancına karşılık gelir) de inançtan kaynaklananlar da eklenebilirler.

    Hukukun da temelinde gücün sahibi olan kişinin, yani üçlemenin yer aldığına inanmakta ve dikkat edilirse hukuki pozitivistler gibi müspet olana, yürürlükte uygulanmakta olana hiç bakmamakta ki -John Austin ile özdeşleştirebiliriz bu düşünce şeklini, doğrudan olması gerekene bakış vardır.
    Kendisine göre de olması gereken hukuk sistemi, ilahî kaynaklı varlıklara inanarak gücü atfettiği Tanrının (teslis) ta kendisidir.

  6. ST. THOMAS AQUİNAS, kendi döneminde yükselişe geçen Aristoteles felsefesinden oldukça etkilenmiş, filozofun görüşlerinin Hristiyan inancına aykırı olmadığını da kanıtlamaya çalışmıştır. Aquinas, Tanrı’nın varlığını ve âlemin oluşumunu akla göre delillerle ispatlanamayacağını bu durumun tamamen inanç konusu olduğunu savunmakta ve dönemin filozoflarından da etkilenmiştir fakat Tanrı’nın ve kutsal kitapların etkisinin delillerle sunulmasına veya akılla ispat ispat edilemeyeceği görüşünü savunarak akıl temelli bir bilim düşüncesi yerine teolojik bir düşünce yapısına sahiptir. Orta Çağda Hristiyan dünyasında filozof ağırlıklı düşünürlerin olduğu ve İslam dünyasından pek etkilenilmediği bir dönemde Aquinas düşünce yapısıyla filozof olarak değil de daha çok teolog olarak öne çıkmakta ve İslam filozoflarından da etkilenmektedir. Ayrıca Aquinas, alemin varlığı ve yaratılma konusunda kendisini filozoftan daha çok teolog olarak gördüğü için yaratma konusuna kutsal kitap perspektifi ile bakmaktadır. Çünkü, filozof olayların yakın nedenini aradığını ve akıl temelli araştırma yapmaktadır.
    Aquinas, âlemin yoktan yaratılmasının akılla ispatlanamayacağını ve inanç konusu olduğu görüşünü savunmaktadır. Aquinas ruhun ezeli olmayıp, çocuğun anne rahmine düşmesiyle tanrısal etki ile yaratıldığını ve ebedi olduğunu düşünmektedir. Aquinas dinî yasanın üstünlüğünü mahfuz tutmakla birlikte aklın önemine dikkat çekecek şekilde beşerî yasaya da yer açmaktadır. Aquinas bu noktada kozmolojik delile vurgu yapıp, beş delil adı altında bu delili sistemleştirmiştir. Bu beş delili Aquinas ampirik temele dayandırır ve nedenselliği prensip olarak kullanır. Ayrıca bu delilleri sistemleştirmede filozofun İslam filozoflarından etkilendiği açık olmakla birlikte söz konusu filozoflara pek de atıf yapmamıştır. Bir filozof olarak sunulmaya çalışılan Aquinas’ın aklî izahlardan tamamen uzaklaşıp, kutsal kitabın ifadelerine tamamen teslim olmuştur.

    Onur Aybar
    201851026

  7. Tabi Hukuk Doktirini
    İlk çağ felsefecileri ve düşünürlerine göre tabiatta var olanla hareket etmek esastır. Yani olan, olması gerekenin kendisidir diyerek tabiata uygun olanın adalet olduğunu söylemişlerdir. Antik Yunan düşünürleri, tabiatın mükemmelliğini, düzenini anlamaya çalışırlar ve bu düzende, insan ilişkilerinin de düzenlendiğini düşünürler. Hukukun kaynağını tabiat olarak görürler. Başka bir makalede okuduğumdan aklımda kalana göre, adil olanın tabiata uygun olduğunu, güçlü bir hayvanın zayıf hayvanı yemesi tabiata nasıl uygunsa; insanların da güçlüleri ve zayıfları olabileceği tabiata uygundur. Güçlünün, hakim olması adildir. Bildiğim kadarıyla Aristo köleliği normal bulur.
    Ortaçağda din kaynaklı bir dünya anlayışı içinde bulunulan dönemde hukukun kaynağı, tabi hukuk anlayışının devamı olarak tabiatın yaratıcısı Tanrı olarak görülmüş ve kilise kaynaklı dünya düzeni dönemi var olmuştur. Hukukun kaynağı, ilahidir. Kilisenin hukuk adildir.
    16. yy’den sonra, Coğrafi Keşifler, bilimsel icatlar, Rönesans gibi olaylar neticesinde kilisenin dünya algısında, gücünde ve güveninde bir sarsılma yaşandı. Hatta kendi içinde bir Reform Hareketi bile oldu. Martin Luther, bu hareketin en önemli temsilcisi oldu. Protestanlık gibi bir bölünme de yaşandı.
    Bu dönemden sonra tabi hukuk argümanlarıyla tabi hukukun başka bir anlayışı ortaya çıktı. Evreni ve insanı yaratan Tanrı, insana verdiği akıl potansiyeliyle onu donattı. Tanrı, nasıl yarattığı tabiatın devamına, hareketine, olaylarına dokunamıyorsa insan aklına da dokunamaz, diyerek Tanrıdan hareketle Tanrıyı sınırlayarak hukukun kaynağını akıl olarak gören dönem başlamıştır.
    Grotius, Hobbes, Locke, JJ. Rousso, bu dönemin önemli fikirlerinin öncüleridir. Örneğin Grotius, düzeni Tanrı yarattı. Tabiatın işlemesiyle ilgili kurallar koydu. Koyduğu kurallarla kendini sınırladı. Dünyanın saat gibi işlemesine engel olamadığı gibi aklın ürününe de engel olamaz. İnsan tabiatında var olan akıl her yerde aynı olup değişmez, evrensel olduğunu söyler. Kısacası hukukun kaynağını, akıl olarak görerek laik hukuk anlayışını savunmuştur. Bununla beraber, kilisenin etkisinden kurtulamadığından hukuku sosyal olayların meydana getirdiğini de savunur. Yani hukuku devlet oluşturur. Oluşan hukuk, iyi ya da kötü olsa da ona uymak gerekir der. Bir başka düşünür Hobbes, tabi hukukun devletin koyduğu hukuka aykırı olamayacağını söyleyerek pozitif hukukun esas olduğu görüşündedir. Kiliseye karşı monarşiyi desteklemişlerdir.
    Bu dönemden sonra insan aklı ve toplumsal sözleşmeyle ( monarşi yönetimleri) seküler (dünyevileşme), laik hukuk anlayışı pozitif bilimler paralelinde gelişmiştir. Bu hukuk anlayışına göre akıl, değer üretebilir, adalet üretebilir. İnsan aklı verilen sözün tutulmasını emreder, Herkesin sahip olduğu şeyler üzerinde ki hakkına saygı gösterilmesini akıl öngörür. Akıl, herkes kendi kusuru ile verdiği zararı ödemelidir kuralını bulabilir vb. Bu gibi değerler hukukun temel ilkelerini doğurmaktadır.
    Tabi hukukun tarihsel gelişimini kısa ve kaba hatlarıyla bu makalelerden anladığım kadarıyla bu şekilde özetleyebiliriz.
    Tabi hukukun temelini adalet kavramı oluşturur. Bir kuralın hukuk kuralı olması için adil olması gerekir. Bir nevi “ herkese hakkını ver” adil olandır diye tanımlayabiliriz. Bu yüzden tabi hukuk biraz kazuistiktir. Tümden gelime dönüştürülemez görünmektedir. Pozitif hukuku da adil kararlar veriyorsa geçerli olarak görür.
    Tabi hukuka, bir takım eleştiriler gelmiştir. Özellikle hukuki pozitivist anlayışından eleştiriler bir hayli olmuştur. (Kelsen gibi) Onlara göre değerler, somut olarak ispatlanamayacağından tek doğru değer yoktur, görecelidir. Adalet kavramı göreceli olduğundan hukuk biliminin dışında kalır. Değerlerin nesnel olamayacağını söylerler. Devlete, güce itaati zorunlu itaat olarak tanımlarlar. Tabi hukuka göre zorlayıcı hüküm doğru yani adil olunca kişi ona itaat eder. Norm, değerin kurala çevrilmesidir. O norma uymak, zorunluluktan ziyade doğru ve adil olduğundandır.
    Kanaatime göre modern dönemde hukukun tabi hukuk anlayışı argümanlarıyla laikleşmesini, kiliseden kurtularak kendi çıkarlarını daha iyi koruyacak bazı kesimler (burjuva sınıfı, bankerler, monarşiler, büyük tüccarlar) desteklemişlerdir. Burada “Akıl, hukukun kaynağıdır.” fikri gelecek dönemde iki büyük dünya savaşı ve buhranlarının çıkmasını engelleyememiştir. İnsanlara adalet verememiştir. Sanki akıl hukuki pozitivizmle birleşmiş, gerçek adil olan hukuku değil sınıfların, güçlülerin hukukunu oluşturmuştur.
    Günümüzde de görüyoruz ki medeni devletler diye gördüğümüz batı devletleri kendi insanlarından çok daha kötü şartlarda yaşayan insanların sınırlarına göçmen olarak geldiklerinde onlar için akılla ürettikleri hukuk, adalet doğurmadı. Laik hukuk anlayışını kaynağı gördükleri akıl ve sığındıkları “kanunlar böyle, biz kanun devletiyiz, kanun ne derse onu yaparız.” argümanına sığınarak ürettikleri insan hakları listesinde ki bütün maddeleri kanuna uymak gerekir diyerek bir kenara bırakıverdiler. Buradan anlaşılıyor ki tabi hukukun son evirilmiş hali olan akıl, hukuki pozitivizminde ortak noktasıdır.

  8. TABİİ HUKUK DOKTRİNİN EPİSTEMOLOJİK TAHLİLİ

    Tabii Hukuka göre Modern Hukuk salt emir ve yaptırımlardan ibaret olup insan aklını unutarak asıl işlevi zorlamak üzerine kurulu kurallar bütünüdür. Bizce bu yanlış ve eksik yönleri olan bir görüştür. Modern hukuk hiçbir zaman akla aykırı değildir; kendini akıl aracılığıyla öğrenebileceğini iddia eden metafizik ve Cizvitler gibi kilise ve Platonist temelli tabii hukuk normlarının aksine modern hukuk rasyonalisttir ve akıl ile ancak ve ancak modern hukuk normları öğrenilebilir. Bu açıdan tabii hukuk metafizik ve kilise temelli olup; modern hukuk insan aklı ve kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde liberal bir devlet temellidir. Tabii hukuk anlayışına göre modern hukukun salt emir ve yaptırımdan ibaret olması ise eksik bir yaklaşımdır. Öncelikle modern hukuk demek modern devlet demektir yani bir ayırt edici özellik olarak meşru şiddet tekelinin elinde bulundurulmasıdır(Bu konuda ayrıntılı bilgi için: Berke Özenç, Hukuk Devleti, 1.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, 123-126. ). Ancak sadece bu özelliğiyle ön plana çıkan bir devlet sadece cezalandırıcı ve patrimonyal bir devlet olur. Modern hukuk insanın aklı ile kavrayabileceği ve insan olduğu için sahip olduğu hakları da güvence altına alan bir kurumdur: Kişilik hakları. Bunun sonucu olarak modern hukuk hakları güvence altına alan, hesap verilebilen ve anayasal bir kurumdur. Yani ne akıl dışı alandadır ne de insanı unutmuştur.
    Tabii hukuk “olan” ve ”olması gereken” açısından herhangi bir ayrıma gitmemiştir. Onları aynı düzeye indirgemiştir. Hume’un bunu şaşkınlıkla karşılaması bizce de isabet olmuştur. Çünkü modern epistemolojide olan ve olması gereken ayrımı yani a priori ve a posteriori ayrımı nettir. Bu açıdan yanlış bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Biz önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi şu ayrımı yapmamız gerektiğini düşünüyoruz:

    A PRIORI–OLAN(TABİAT: ÖZEL MÜLKİYET VE KİŞİLİK HAKKI)–RASYONALİZM
    A POSTERIORI–OLMASI GEREKEN(NORM, İÇTİHAT)—AMPİRİZM

    Bu ayrıma göre a priori deneyden önce gelen sınanmayan kanıtlanmasına gerek olmayan demektir. Matematik aksiyomlara dayandığı için herhangi bir kanıtlamaya gerek olmaksızın kabul edilir. Örneğin 2+2=4 örneği bir aksiyomdur; kanıtlanmasına ihtiyaç duymayan hakikattir. Hukuk kurumunda biz bunu kişilik hakkı olarak görebiliriz. Kişilik hakkı yani yaşam hakkı örneği bir a priori’dir. İnsanın insan olduğu için sahip olduğu bir hak olan özel mülkiyet, doğası gereği bilme isteğinin(Aristoteles, Metafizik, 5.Baskı, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, 2019, 13.) ve bu isteğinin sahiplenmeyi beraberinde getirdiğinden dolayı bir a priori’dir. A posteriori ise deney ve gözleme dayalı bilgidir. Hukukta bunun karşılığını normlarda görebiliriz. Gerçekten de normlar zaman ve mekana göre değişkenlik gösterebilir. Bu pozitivizmde eleştirel bakış açısının bir sonucudur. Yani normlar sınanabilir. Bunu Sir Karl Raimund Popper’ın kuğu örneği(Karl R. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, 10.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020, 51-54.) ile benzerlik kurarak açıklayabiliriz: Bir norm bu örneğe göre değişmez kabul edilemez. Dolayısıyla her yeni toplumsal reaksiyon veya anomi durumunda yeni bir öneri gibi olaya uygun yeni bir norm veya bu normun yorumlanması gerekir. Bu da zaten eleştirel bir hukuk düzeninin olmazsa olmasıdır. Yani tıpkı bir bilim adamının fiziği anlamak için a priori olan matematik dilini kullanarak deney gözleme dayalı a posteriori olan fizik hipotezi/teorisi oluşturduğu gibi yargıç da somut olayda a priori olan evrensel ilkleri(insan doğası gereği bilmeye iştah duyduğu ve özgürlüğe düşkün olduğu için “özgürlük asıl sınırlama istisnadır” ilkesi gibi) kullanarak a posteriori olan somut olay ya da kanunu yorumlayarak elde edeceği içtihat onun hipotezi/teorisidir.
    Doğal hali sözleşmeciler bakımından ele aldığımızda Hobbes insan doğasını özünde bencil, kötü ve saldırgan olarak görmektedir. İnsanlar bu savaş durumunun yaşattığı korku ile bir otorite boşluğuna düşmüş olup barış için tam egemen olan Leviathan’a(Thomas Hobbes, Leviathan, 17.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.) itaat edilecektir. Epistemolojik olarak Hobbes ampiristtir ama biz onun insan doğasını kötü olarak gördüğünden bu doğal hal için a prirori; Leviathan’a itaat’i ise a posterirori olarak ele alabiliriz. Hatta bizce kriminolojik olarak şöyle bir çıkarım yapmamız da mümkündür: Kriminolojide 0<suç<1(Mustafa Tören Yücel, Kriminoloji, Ankara, 2008.) ayrımına göre suç 0 olduğunda ölü bir toplumdan bahsederiz. Bu bir bakıma Rousseau’nun ve Locke’un doğal durumundaki insana dair düşüncelerini yansıtır. Suç 1 olduğunda ise tam anlamıyla suçlu, saldırgan, çökük ve kötü bir toplumdan söz ederiz. Bu yaklaşım ise Hobbes’un doğal durumundaki insana dair düşüncesini yansıtır.

    KAYNAKÇA
    Berke Özenç, HUKUK DEVLETİ, 1.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, 123-126.
    Aristoteles, METAFİZİK, 5.Baskı, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, 2019, 13.
    Karl R. Popper, BİLİMSEL ARAŞTIRMANIN MANTIĞI, 10.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020, 51-54.
    Thomas Hobbes, LEVIATHAN, 17.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.
    Mustafa Tören Yücel, KRİMİNOLOJİ, Ankara, 2008.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s