5. Hafta Hukuk Felsefesi Konusu ve Okuma Parçaları

Bu hafta ders doğal hukuk konusuna, seküler / laik doğal hukuk anlayışının tartışılmasıyla devam edilecektir. Bu kapsamda aşağıdaki makalelerin okunması gerekmektedir. (Bağımsızlık Bildirgesi ve Kant’ın makalesini isteyenler okuyabilir).

Makaleleri okurken, aşağıdaki soruları düşünebilir ve cevap vermeye çalışabilirsiniz.

Soru 1: ‘Doğa durumu’ kavramının işlevi nedir? Onun ne olduğu üzerinde uzlaşılabilir mi?

Soru 2: Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Nasıl gerekçeklendirilebilir?Soru 3: Devlet, (doğal) hukuk düzeninden çıkabilir mi?

Soru 4: Bir hukuk kuralı ne zaman / hangi koşullarda haksız / adaletsiz olur? Adaletsiz bir hukuk kuralına, hukuken uymak yükümlülüğü var mıdır?

Soru 5: Direnme hakkı bir hak olabilir mi? Sivil itaatsizlik, hukuki bir hak olabilir mi?

  1. Yavuz Kılıç, “Hobbes, Locke ve Rousseau’da ‘Doğa Durumu’ Düşüncesi”, Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, Sayı 2, 2015 , s. 97 – 117.
  2. Dilan Mızrak , “Toplum Sözleşmesi Kuramlarında Siyasi İktidarın Sınırı Olarak Kişi Hak ve Özgürlükleri Meselesi”, Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Volume 9, Issue 17, s. 21-44.

“5. Hafta Hukuk Felsefesi Konusu ve Okuma Parçaları” için 48 yorum

  1. Rousseau toplumsal sözleşme yapılmadan önce duygularımızın daha samimi,eylemlerimiz kalıplara girmemiş geleneklerimizin kaba ama doğal olduğunu söyler.Ancak uygarlıkla insanların köleleştiğini,kurumlar tarafından zincirlendiğini belirtir.
    İnsan toplumsallıştığı ölçüde kötüleşme yoluna gitmiştir.Bu durumu toplumlar oluşmasa bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan mülkiyetle ilişkilendirdiğimde hırsızlık suçu da oluşmayacak mıydı?vs gibi sorular geliyor.Böylece insanlar bu yönden kötüleşmeyecekti sonucunu düşünüyorum.Elbette bu sadece mülkiyet ile ilgili olan kötüleşme.Eşitsizlikler mülkiyet ile ortaya çıkmıştır der Rousseau toplum zengin fakir ayrımına biraz da bundan ötürü girmiştir. Ancak Locke’a göre insanın emeği ile sahip olduğu mülkiyetinin güvence altına alınması toplumsal sözleşme ile oluşan bir medeniyetin inşası anlamına gelir.Uygarlıklar eşitsizliğe kapı aralıyor Rousseau için,bilim ,sanat,akıl da buna kılıf hazırlıyor.İlk başta mülkiyete olan bu sert tavrı aslında Fransız ihtilalinin temelini de hazırlamış zenginliğin eşitsiz dağılımına şiddetli eleştirisinden bunu anlıyorum.
    Locke özel mülkiyetle insanlar özgürleşir diyor, gerçekten de özel mülkümüz olmasa her şey ortak bir mülkiyetten ibaret olsaydı toplum kaos içinde kalırdı sınırlar belli olmadan bir mülkiyet, haliyle kargaşayı da peşinden sürüklerdi.Çalışıp çabalayarak emek ile elde edilen her şeyin korunması toplumu düzene sokar bireyler daha özgür ve rahat yaşam sürdürürler.

  2. Direnme hakkı anayasaya ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla “yasallığını yitiren bir iktidara karşı koymak” olarak tanımlayacak olursak bir iktidar yasallığını nasıl yitirir sorusunu da sormak gerekir. Hukuku dışlayan ,anayasa ve yasalara aykırı davranışlarıyla meşruluğunu yitiren ,vatandaşının haklarını gözetmeyen iktidar yasallığını yitirmiştir. Fakat anayasası dahi olmayan bir devlet düşünüldüğünde bu iktidara karşı direnebilir miyiz? Ya da şeriatla yönetilen bir devlet yapısında bu mümkün olacak mıdır? Elbette olacaktır ve olmalıdırda. Yönetim biçimi ne olursa olsun direnme hakkı kullanılmalıdır.

    Siyasi iktidar iki şekilde hukukun dışına çıkıyor ama günümüzde daha çok görülen yasal yollarla iktidara gelip daha sonraki süreçte hukuk dışına çıkmaktır. En temele baktığımızda hukuk devleti ne demektir diye baktığımızda, tanım içerisinde kendisini hukukla sınırlayan devleti görüyoruz. Eğer devlet kendisini hukukla sınırlamıyor dışına çıkıyor ise birey kendisini hukukla ne derece sınırlandırabilir? Hukuk bence o ülke topraklarında yaşayan insanların kişiliğinden , hayat tarzından, doğasından etkilenir fakat artık anayasa yapılmış , yasalar konulmuş ve iktidara gelinmiş ise işler tersine dönebiliyor. Devlet kendince kurallar koyup kaldıran , kendi hükümranlığı için vatandaşının haklarını çiğneyen ve tek amacı iktidarını korumak olan bir canavar haline gelebiliyor. Bu durumda ferdin direnmekten başka bir şansı kalmıyor . Ama bu direniş asmak kesmek ile olamaz sürekli bir direniş ayak direme ve hukuka uygun yollarla bunu anlatmakla olmalıdır. Bu her bireyin görevidir.

    İktidar eğer kendisine itaat bekliyorsa kurallara uymalı ve gerektiği gibi hareket etmelidir. Kant , topluma direnme hakkının tanınmamamsı gerektiğini bunun anarşiye sebebiyet vereceğini söylemiştir. Bu görüşe tamamıyla karşıyım çünkü direnme bir hak olmalıdır . Kendisini yönetenlere sınırlarını hatırlatmalıdır. Fransız ihtilali ile bireycilik büyük bir zafer kazanmıştır. Hiçbir özerk alan tanınmayan ve hakları tehlike altında olan halk yaptığı devrim ile büyük bir ufuk açmıştır. Küba devrimini zafere ulaştıktan sonrada Küba halkı ekonomik ve sosyal açıdan büyük değişiklikler yaşamıştır. İslam hukukunda da halifelik seçiminde de en önemli kriter halifenin adaletli olmasıydı ve adaleti kaybetmek azil sebebiydi. Henry David Thoreau ‘nun sivil itaatsizlik makalesinde de belittiği gibi aktif direnmeden uzaklaşıp pasif direnmeye yaklaşarak halk yönetim siyasetini veya yasaları değiştirmak amacıyla şiddetten uzak ,aleni,vicdani ve siyasi olan bu yasa dışı eylemleri yapabilir. Bireysel ve küçük gruplar halinde başlayan bu direniş daha sonra daha geniş kitlelere hitap edebilir. Mahatma Gandhi ve Martin Luther King en güzel örneklerdir. Ayrıca bu yöntem aktif direnişe nazaran daha güvenli bir direniş yolu olduğunu düşünmekteyim.

  3. En geniş anlamıyla doğa durumu, hiçbir devlet örgütlenmesinin olmadığı, yetki devrinin yapılmadığı zamanki durumu anlatır. Hobbes’e göre insanlar doğa durumunda umutsuz ve korku halindedir. İnsanlar sürekli dışardan gelecek bir müdahaleye karşı diken üstünde bir yaşam sürmektedir. Locke ise özgürlük ve eşitlikle başlayan durumun, insanların bu durumu ihlal etmesiyle karmaşaya dönüştüğünden bahseder. Rousseau ise varlığını korumak ve başkalarına acımak üzere iki temel ilkeye dayanan doğa durumunun akıl ile bozulabileceğinden bahseder. Bence de doğa durumunu bozacak olan yine insandır. Eğer toplum yeterince gelişebilmiş insanlardan yani açgözlülük vb. hislerden arınmış insanlardan oluşmuş olsaydı devletsiz bir düzen, anarşi, doğa durumu insanları en mutlu olacakları düzen olurdu. Bu düzeni bozan ilk adım ise mülkiyet kavramıdır.
    Temelde adalet ve hukuk kavramlarının zaman zaman keşişseler de farklı kavramlar olduğunu düşünmekteyim. Örneğin hukukta var olan zamanaşımı kavramı acaba insan vicdanında da var mıdır? Ki bu zamana aşıma bazen konuyla hiç alakası olmayan siyasiler tarafından değiştirilebilmektedir. Suçun şahsiliğini düşünürsek suçluyu hapsederek ailesine de verilen ceza, adaletle örtüşür mü acaba?
    Direnme ve sivil itaatsizliğin hak olup olmaması konusunda ne yazık ki kesin bir fikre sahip değilim. Direnme hakkının bir hak olabilmesi için hukukça korunması ve hukuk yolla yapılması gerektiğinden bahsediliyor. Ancak uygulama için çok da geçerli bir ifade olmadığını düşünüyorum.24 anayasasında olmayan bu “hak” 27 mayısta kullanılmış ve 61 anayasasına eklenmiştir. Kullanılan direnme hakkı başarıya ulaşmışsa haklıdır. Çünkü asli iktidarı yargılayabilecek başka bir iktidar yoktur.

    Halil İbrahim Gökçimen

  4. HOBBES, LOCKE VE ROUSSEAU’DA “DOĞA DURUMU” DÜŞÜNCESİ
    Son dersimizde bir film metaforundan bahsetmiştik. Bu fikirden hareketle ben de okuduğum makaleyi yine bir film metaforu ile aktarmak istiyorum. Filmin adı; “Doğa Durumundan Toplum Durumuna Geçiş”. Film, toplum durumu ile başlıyor. Filmde üç aktör var; Hobbes, Locke ve Rousseau. Bunların her biri söz alarak; “Doğa Durumundan Toplum Durumuna Geçiş” konusundaki düşüncelerini, geriye dönüşler yaparak dile getiriyor.
    HOBBES; “İnsan insanın kurdudur. Herkes, herkesle savaş halinde idi. Dolayısıyla güvenlik yoktu, insanlar aklını kullanıp toplumsal bir sözleşme yaparak haklarını devrettiler” diyor. (Birbirleriyle kavga halinde olan insanlar, nasıl oluyor da bir araya gelebiliyorlar? Gerekçesi güvence de olsa ve özellikle akıllarını kullanarak böyle bir şeye yöneldiklerinden bahsetmiş de olsa, pek mantıklı görünmüyor. Öncesinde kavga yapan insanların hem bir araya gelip ortak noktada buluşmaları ve hem de tüm hakkından vazgeçmelerinin olası bir durum olamayacağını düşünüyorum.)
    LOCKE; “İnsanlar, başlangıçta özgür ve eşiti, bir arada yaşamalarının ve kendilerini bir yöneticiye bağlı kılmanın en büyük amacı mülkiyeti korumaktı” diyor. (Eğer mülkiyeti koruma gibi bir durum ortaya çıkıyorsa; ki buna sebep olan aynı insanlardır, o halde orada öncesinde nasıl bir özgürlük ve barış ortamı vardı? Yerleşik düzene geçme öncesinden ve sonrasından bahsetmiyor. Eğer yerleşik düzene geçiş ile birlikte bu durum ortaya çıktı dese, anlamak mümkün olabilirdi. Mülkiyet kavramı içinde yaşamı ve özgürlüğü de saydığı için bunun öncesi ve sonrası diye bir şeyin olamayacağını düşünüyorum… Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” isimli kitabında da ilkel bir kavim vardı. Onlar da barış içinde yaşıyorlardı. İnsanların kötü olabileceklerini düşünmüyorlardı. Bunun bedelini, karşılarına çıkan birkaç kişiye esir düşmekle ödediler. Ne kendi aralarında ve ne de onları esir alanlarla böyle bir sözleşme yapmaları mümkün olamadı.)
    ROUSSEAU; “Toplumu şimdiki zamanında yaşayan insanlar hakkında elde edilen deneysel bilgiye dayanarak doğa durumundaki insanı ve onun doğasını kurgulamak yanlış bir adımdır” diye başlıyor (Bence konuya daha doğru bir noktadan başlıyor.) Devamında Rousseau; “İnsan kendi çıkarından ve maddi kaygılardan uzak özgür olarak yaşayabilir… İnsan toplumsallaşırken doğa durumunda sahip olduğu özellikleri yitirir; korkak, zayıf bir varlık halini alır” diyor. (İnsan, kırlarda kendi başına filizlenip yeşeren ağaç misali bir canlı değildir. İlk doğuşu da insanlar içindedir. Devamındaki yaşamı da.)
    …..
    Bu arada bir şeyi fark ediyoruz; filmin bir de gizli kahramanı var… Parantez içinde görüş bildiren dördüncü kişi!!!
    Bu dördüncü kahramana; “Diğer üçünü eleştiriyorsun da peki, topluma geçiş öncesi doğa durumu hakkında, senin fikrin nedir?” diye sorsalardı, ne cevap verirdi? … Cevabı zor. Duruma göre, zamana göre, kendi geçmişine göre bu husus şekillenebilirdi.
    Dördüncü kahraman bu sorunun cevabını vermek yerine; önce Dostoyevski’nin; “Yeraltından Notlar” romanının kahramanının psikolojik durumundan hareketle başlar ve diğer üç kahramana sataşmaya devam ederdi. Bahis konusu romanda geçtiği üzere; istediği, beklediği ilgiyi göremeyen bir insanın kendi iç dünyasına çekildiğinde, dışarıdakiler hakkında nasıl bir düşünceye sahip olduğunu ve özellikle de birkaç satırlık bir fare anekdotuyla nasıl da pekiştirilmiş olduğunu hatırlatırdı. (Biz de öyle değil miyiz? İstediğimiz ilgiyi gördüğümüzde daha iyimser, gerek kendimiz ve gerekse başkaları için olumlu düşüncelere sahip olmuyor muyuz? Tersi olduğunda da her şey tersine dönüp, öz güvenimizi kaybedip, diğer insanlar için de olumsuz düşüncelere dalmıyor muyuz?)
    Demek ki diye devam ederdi; “Hobbes, geçmişte, ruhsal halini karmaşaya sürükleyen, bir şeylerle kavga eden bir hayatın içinden gelmiş olmalı. Locke ise daha rahat bir hayat yaşamış olmalı, zorunlu olarak diğer insanlarla yaşaması sonrası hayatın zorlukları görmüş bir geçmişe sahip olmalı.” … Rouseau’dan bahsetmediği hatırlatılıp, onun görüşlerinin kaynağı ile ilgili düşüncesi sorulduğunda ise; “Rausseau, daha sonraki dönemde yaşamış bir insan. Nitekim yukarıda da belirttiğim gibi, konuya daha doğru bir yerden başlıyor. Ama devamındaki yaklaşımının, (Yani insan kendi çıkarından ve maddi kaygılardan uzak özgür olarak yaşayabilir, şeklindeki yaklaşımının), ardında yatan şu olmalı; Her insan, diğer insanlardan kendini soyutlayıp, kendi kendiyle baş başa kaldığında, kendi iç sesini dinlediğinde; kendi insan tarafını keşfetmez mi? İşte düşünce insanı olarak tarihe geçmiş bir insanın da sık sık, hatta çoğunlukla bu yolda yürüdüğünü düşünmek zor olmasa gerek. Rousseau’nun fikirlerinin kaynağı da bu olmalı” der.
    Konuyla ilgili olarak hala kendi fikrini söylemediği hatırlatılıp, ısrarla kendi fikri sorulduğunda ise, filmin dördüncü kahramanı; “Ben bir mühendisim, pozitif veriler varsa değerlendirebilir, çıkarımlar yapabilirim, ben felsefeden ne anlarım!” deyip, işin içinden çıkar.
    * * *
    * “Doğa Durumu” kavramının işlevi nedir? Onun ne olduğu üzerinde uzlaşılabilir mi?
    “Doğa durumu”; herhangi bir düzenleme ile kalıp içine alınmamış, deneye tabi tutulmamış (a priori) durumdur. Yani olgulardır. Doğa durumunun olgular olduğu konusunda uzlaşma olabilir ama doğa durumunda doğru olan nedir, sorusunun cevabı konusunda ne yazık ki uzlaşılamaz.
    * Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Nasıl gerçekleştirilebilir?
    Biz mülkiyet hakkı dediğimiz zaman, kendi bünyemiz dışındaki şeyleri kastetmeye programlanmış durumdayız. Yaşam hakkı, vücut bütünlüğü hakkı ve özgürlük hakkı da mülkiyet olarak kabul edildiğinde; elbette bu konularda mülkiyet hakkı doğal bir durumdur. Onun dışında mal-mülk konusundaki mülkiyet hakkı konusu ise, ne yazık ki, olması gereken, şeklinde kalabilmektedir. Hal böyle olunca da biz mülkiyet hakkını ancak ve ancak eşitler arasında eşit olarak kalabilmiş mi bakabiliyoruz.
    * Devlet (doğal) hukuk düzeninden çıkabilir mi?
    Çıkabilir ama pek adaletli olmayabilir. Çünkü daha güçlü olanın daha zayıf olan üzerinde baskı kurduğu bir devlet şekli olur düşüncesindeyim.
    * Bir hukuk kuralı ne zaman/hangi koşullarda haksız/adaletsiz olur? Adaletsiz bir hukuk kuralına, hukuken uymak yükümlülüğü var mıdır?
    Bir hukuk kuralı, eşitlikçi değilse, belli güç odaklarının menfaatine hizmet ediyorsa adaletsiz olur. Bu kurala uymak zorunluluğu var mıdır?… Toplum düzenin gereği olarak uymak gereği olacaktır. HART’ın da bahsettiği gibi onun içselleştirmese bile insanlar buna uymak durumundadır. Bu demek değildir ki sivil itaatsizlik olmamalı.
    * Direnme hakkı bir hak olabilir mi? Sivil itaatsizlik, hukuki bir hak olabilir mi?
    Evet, gerektiğinde insanların bir sivil itaatsizlik hakkı vardır, olmalıdır da… Aksi takdirde, adaletsizlik normalleşir. Sivil itaatsizliğin bir yaptırımı da olur ama yaptırım nedeniyle her şeye boyun eğilmesi halinde de normalleşen adaletsizliğin ilelebet sürmesine sebep olunmuş olur. O nedenle bedel ödemekten çekinenler için de Nazım Hikmet’in bir sözünü hatırlatalım; “Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”.
    Konumuz HUKUK FELSEFESİ, dersimize uygun bir sivil itaatsizlik olarak SOKRATES örneğini vererek bitirelim; Sokrates egemen gücün hoşuna gitmeyen şeyler söylüyor. (Yaptığı bir sivil itaatsızlıktır.) Onu almaya gelirler, bu arada karısı üzgündür. Sokrates karısına neden üzgün olduğunu sorar. Karısı da ona; “Seni haksız yere götürüyorlar, onun için üzgünüm” der. Buna karşılık Sokrates’in cevabı da şu olur; “Beni haklı yere götürselerdi daha mı iyi olacaktı. O zaman arkamdan sevinecek miydin???” … Hüseyin KOÇAK / 201851601

  5. Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması Hakkinda Reaksiyon Paragrafi

    John Locke, 17.yy aydinlanma düşünürlerinden ve liberalizmin babası olarak bilinen İngiltere’de yaşamış bir düşünür.Rousseau ise Cenevre doğumlu Fransa’da yaşamı son bulmuş,18 yy. modern felsefe anlayışını benmsemiştir.Her iki düşünürün yaşadığı zaman ve yer farklılıklarıyla, kalkış noktaları aynı olmasına rağmen varkdıkları sonuçlar farklı olmuştur.
    Locke mülkiyetin korunması teminatını ve doğa durumunda , özgürlüğün teminatı olarak görürken , Rousseau , mülkiyetin ortaya çıkmasını insanları köleleştiren ve özgürlüğü sınırlayan bir faktör olarak görmüştür. Mülkiyet hakkı , özgürlük gibi kavramlar doğa durumunun bir işlevidir. Tarihsel süreçte mülkiyetin sınırları ve özgürlüğün sınırları çatışmış fakat ikiside doğa durumu kavramının işlevini yerine getirirken oluşagelmiştir. Mülkiyet , malik olanın özgürlüğünü belirlerken, bir başkasının özgürlüğünü meşhur söylemle karşı tarafın özgürlüğünün başladığı yerde bitirecektir.
    Bu sınırlar belirlenirken özgürlüğün , adalet kavramı ile tarafsız ve doğru biçimde korunması amacı hukukun oluşumunda etkili olan sebeplerdendir. Devletin nihai amacı ise hukukun doğruluk, eşitlik ve adalet düzleminde uygulanması olmuştur. Devletin oluşum süreci sonuç olarak doğal hukuk düzeninin ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmiştir. Locke ve Rousseau, doğa durumunda mülkiyetin ortaya çıkması, korunması ve teminatı sonucunda her ne kadar yaşadıkları dönemin ve geçmişteki düşüncelerin etkisiyle vardıkları sonuçların farklı olması yadsınamaz ise de vardıkları sonuca ulaşırken izledikleri yollar, aynı olmuş. Yine vardıkları sonuç zaman ve yer mefumlarının etkisine göre farklılık teşkil etmiş. Tıpkı bunun gibi doğa durumuda yer ve zaman etkisiyle değişiklikler gösterecektir.
    Rıdvan Öztürk
    201251114

  6. Doğa durumu dediğimiz şey aslında insanların bir toplum olmadan önce yaşayış biçimlerinde olan kurallar topluluğudur. Günümüz hukuk şekillerinden daha sade olup günümüz hukuk şekillerinin temelini oluşturan basit ama önemli yaşamsal kurallardır. Zamanla bireylerin arasındaki etkileşimlerle ortaya çıkan anlaşmazlıklar bana göre bu durumu bozmuştur. Yani günümüz topluluklarını oluşturan hukuk kuralları doğa durumu altyapısından gelmiş gibi görünse de bu kuralların nasıl esnetilip duruma göre uygulandığını tüm dünyadan örneklerle görebiliyoruz. Locke, Hobbes ve Rousseau’nun ortak fikri olan devletlerin oluşma sebebinin korku olmasına katılıyorum. Bugün tüm dünyada insanlar kanunlara uyuyor ya da uymaya çalışıyorsa bunun sebebi “bana bir şey olmasın” düşüncesidir. İnsanın bencil bir varlık olması, ilk düşüncelerinin kendini korumak şeklinde olması feodalite yönetiminden cumhuriyet şekline kadar korunma ve barınma düşüncesinin temelini oluşturur.
    Locke ve Hobbes’un doğa yasaları değişmez fikrini doğru buluyorum. İnsanın insan olduğu için hakları vardır. Her insan eşittir. Hümanizm bunu savunur. Günümüzde ise bunu söyleyebilmek güç. Amerika’da sırf siyahi olduğu için insanlara akla sığmayan muamelelere maruz kalması, geçmişte batılı devletlerin afrika devletlerini sömürmesi kısacası ırkçılık kavramı hümanizmin önündeki en büyük engeldir. Doğa yasalarını hiçe sayar. Bunun açık ve hesap sorulamaz yani yasada olmadığı halde yapılması ise düpedüz zorbalık ve ırkçılıktır.
    Kendi yasalarına uymayan devletlerde neler olduğunu görüyoruz. Tiranlaşan ve diktatörleşen iktidarlar direnişle karşılaşır, iç savaşla mücadele edebilir hatta darbeye bile maruz kalabilir. Bu durumun genel sebebi ise sorgulayan insanlardır. Yeterli hukuk bilincine sahip insanlar ülkelerindeki durumu sorgular ve iktidara gerekli uyarıda bulunur. Direniş her zaman vardır. Geçmişte hukuk ve yasalar daha az olduğu için insanlar yeteri kadar hakkını savunamamış bu durum giderek zihniyet değişikliğine yol açmış ve Fransız İhtilali’nde zirve yaparak uluslararası bir aydınlanmaya yol açmıştır. Sağlıklı bir devlet yapısı için iktidar yasaları iyi bilmeli, hukuka aykırı durumlar oluşturmamalıdır.

  7. ‘Locke ve Rousseau ‘ nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması’adlı makalede
    İki düşünürün başlangıç noktası aynı olmasına rağmen ulaştıkları sonuç farklılık göstermektedir.Locke’un akıl,bilimsellik ve bunlarla yakın ilişkili olan bilime sıcak bakarken , Rousseau’nun karşıtlığı burada dikkat çekmektedir.
    Locke’un düşünceleri uygarlaşma ,özgürlük ve medeniyeti getirmiş, günümüzdeki hukuk kurallarında,insanların hak ve özgürlüklerinde,yaşam tarzımızda etkileri büyük ölçüde hissedilmektedir.
    Rousseau insanın hür doğduğunu ancak daha sonra kendini her yerde zincirler içinde bulduğunu ifade etmekte ve bunun nedeninin mülkiyet olduğunu söylemektedir.Bunun aksine mülkiyet kavramı insanı özgürleştirmiş,insanlara kişisel alan,özel alan sağlamıştır.Günümüzde mülkiyet kavramının sadece Türk Medeni Kanun’unda düzenlenmiş bir hak değil aynı zamanda Anayasa’da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ek protokollerinde düzenlenmiş olması Locke’un düşüncesinin haklılığını ve aslında mülkiyetin insanın zincirlere mahkum ettiğini değil de hür doğan insanın zincirlerinden sıyrılıp özgür olması anlamına geldiğini düşünmekteyim.Ayrıca mülkiyetin toplumun olmazsa olmazlarından olduğunun da bir göstergesidir.Yine Rousseau mülkiyetin gelişiyle huzurun varlığının son bulduğunu söylese de emekle yakın ilişkili olan bu kavramla aksine huzursuzluk son bulmuştur.
    Sonuç olarak fikrimce Rousseau’nun da haklı tarafları bulunmaktadır ancak günümüzle birlikte değerlendirmeye gidildiğinde Locke’un insan hakları olarak nitelediği üç hak ‘yaşam,hürriyet,mülkiyet’ üçlemesiyle özüne dokunulamayacak,sınırlayamacak haklardan olması bu kavramın önemini bir kez daha vurgulamaktadır.
    Nurhan Ayça ATALAY
    201851022

  8. İlk olarak doğa durumu kavramının işlevi nedir? üzerine
    Hobbes Locke Rousseau gibi filozofların doğal hukuku konu ettiklerini bilmekteyiz.Doğa durumu da asıl olarak doğal hukuktan türemektedir.Bu filozofların sorduğu devlet ne için gereklidir sorusunun cevabını bulmaya da doğa durumu kavramı yardımcı olur.Filozofların devlet anlayışı incelendiğinde doğa durumuna farklı anlam atfettikleri görülmektedir.Örneğin Hobbes’a göre doğa durumu bir savaş hali ve kaostan oluşurken Locke’a göre insanlar özgür ve eşittirler.Rousseau da bunu insanın içgüdüsüne bağlamıştır. Felsefede kesinlik yoktur ve sorgulamayı oluşturur bu sorulara verilen cevapların farklı olması sebebiyle uzlaşmaya varılamayacağı kanısındayım doğa durumu kavramı üzerinde.Çünkü her filozofun devlete dayandırdığı fikir farklıdır.
    Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Filozoflar açısından Locke doğa durumunda özgürlüğü savunurken özel mülkiyetin kişiye sağladığı özgürlüğü de konuya dahil etmiştir.Fakat kişinin mülkiyet hakkının temelini emeğe dayandırmıştır.Emeksiz elde edilen mülkiyet hakkından kasıt hırsızlık suçu neticesinde ise evet kesinlikle güvence altına alınmamalıdır ama örneğin kişinin kardeşine yaptığı bağış şeklindeyse güvence altına alınmalıdır somut olaya göre değişir bundan dolayı Locke’un bu cümlesinin hak ihlallerini oluşturacağını düşünüyorum.Rousseau özel mülkiyetin eşitsizlikler getirdiğini söyler ve bu düşünceye karşı çıkar fakat o zaman gerçekten çalışıp da mülkiyet edinen ve çalışmak istemeyen kişiler nasıl ayırt edilirdi? Ancak çalışmak isteyip de bu imkana sahip olmayan kişilerin bu imkana sahip olmadıkları için mülkiyet edinememeleri de onlar açısından haksızlık oluşturmaz mıydı? Ben mülkiyet hakkının doğal bir hak olduğunu ve kişinin var olan bir birey olmasından dolayı bu hakka sahip olduğunu düşünüyorum. Herkes mülkiyet edinebilmeli imkanı olmayan kişilere de destek sağlanarak onlarda asıl olarak var olan bu hak ortaya çıkarılmalıdır ve kişi de isterse bu hak kullanılmalıdır.
    Şeyma ÖZKAN
    201851405

  9. Locke ve Raouseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırması

    İnsanlar doğada varlıklarını sürdürebilmek için üretime katılmıştır. İhtiyaç duyulan bu üretim ilişkisi ise mülkiyet kavramının doğmasına neden olmuştur. Aynı zamanda özel mülkiyet, devletin ortaya çıkmasını sağlamıştır. ‘‘Doğa durumu’’ toplumsal sözleşme kuramına göre insanların hükümete ilişkin konumlarını anlamada kullanılır. İşlevsel olarak ise toplum kurulmadığında, ortak kuralların olmadığı durumda, insanların kendi başlarına nasıl davranacaklarını anlatır. Ancak bu kavramın somut bir karşılığını bulmak mümkün değildir.
    Locke ve Rousseau’nun görüşlerinin merkezinde iyi insan vardır. Ancak Locke’a göre mülkiyet değerlerinin tecavüze açık olması kaosa neden olur. Rousseau’ya göre ise mülkiyet insanı köleleştirmiş, iyi olan doğasından uzaklaştırmıştır.
    Kendi düşüncemi Locke’a daha yakın bulmakla beraber mülkiyeti tam olarak yaşam hakkı ve özgürlük gibi bir doğal hak olarak görmüyorum. Çünkü baktığımızda doğal haklar yalnızca insan olduğu insana tanınmıştır. Ancak mülkiyet hakkı daha sonradan ortaya çıkmıştır. Locke’un ‘‘insanın emeğini kattığı şey onun özel mülkiyetidir. Mülkiyet çalışkanlık ve akılla elde edilir.’’ İfadesi de bence mülkiyet hakkının sonradan kazanıldığını destekler niteliktedir.
    Rousseau’nun düşüncelerine baktığımızda ise mülkiyet kavramı bütün felaketlerin sebebi gibi ifade edilmiştir. Mülkiyet doğa durumunda sahip olunan özgürlüğü yok etmek yerine yeni sınırlar getirmiştir. Bu da düzeni sağlama noktasında gereklidir.

    Ecem Eylül Engin-201851072

  10. Devletin yani egemen iradenin ortaya çıkışı konusunda toplumsal sözleşmeci görüşlere göre bireyler bazı sebeplerle iradeleri doğrultusunda bir toplumsal sözleşmeyle devleti ortaya çıkarmışlardır. Savunularının temelinde yatan sebep; Hobbes’a göre ‘’korku’’, Locke’a göre ‘’cezalandırma tekeli’, Rousseau’ya göre ise ‘’mülkiyet hakkının korunması’’ olmuştur. Burada Hobbes, Rousseau ve Locke’un görüşlerinin temelde uzlaştığı nokta insanın doğa durumunda bir takım sorunlarla karşılaşması ve toplum durumunun, doğa durumunda görülen olumsuzluklara çözüm üretmek amacıyla yerleşmesidir. Burada bahsi geçen doğa durumu hususunda farklı görüş ve iddialar bulunsa da kesin bir çıkarım yapılamayacağı kanaatindeyim. Çünkü bahsedilen durum insanın varoluşunun hangi evresinde görülmüştür yahut bu evre hakkında ne kadar bilgi sahibi olabiliriz gibi sorularla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Kanımca doğa durumu; genel kanıya göre bireylerin eşit ve özgür olduğu, yaşamın ilkel hallerinde, yazılı hukuk kurallarının, devletin ve hatta topluluklar halinin görülmediği bir formdur. Bu halde tabii hukuk görüşüne göre bireyler haklara doğuştan sahip olmaktadır. Şahsi görüşüme göre bireyler temel haklarını doğuştan kazansa da bu durum her hak için geçerli olamayacaktır. Gelişen ve değişen ilişkilerde günümüzde hala yeni hak ve yükümlülükler ortaya çıkmaktadır. Bunların temeli de aynı temel haklara dayanıyor olsa da geniş çapta düşünüldüğünde bireylerin ancak temel hak ve özgürlükleri doğal hak olarak nitelendirilebilir. Bunlar bireyin varoluşundan kaynaklanan bir takım içgüdüsel haklardır. Örneğin Rousseau’nun da savunduğu üzere yaşam, mülkiyet ve özgürlük gibi haklar doğal haklardır. Kanımca bu gibi temel hakların doğal hak oluşları da yine insanın varoluşundan ve güdülerinden kaynaklanmaktadır. Pek tabii bireyler kendi hak ve menfaatlerini gözetmek isterler. Ancak toplumsal menfaat dengesinin doğal durumda sağlanması insanın fıtratına aykırıdır. İnsanlar varoluşundan dolayı bencil ve hırslıdır. Bu durumda menfaat dengesinin ve toplumsal huzurun sağlanması için egemen iradenin varlığı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu noktada devlet mi hukuku var eder yoksa hukuk mu devleti var eder sorusuna yanıt aranabilir. Kanımca devlet ve hukukun varlığının etkeni döngüsel kavramlar olmakla birlikte verilen cevap iki koşulda da mutlak olarak yanlış olmayacaktır. Ancak burada hukuk kavramını yazılı hukuktan ziyade daha geniş bir açıdan ele alacak olursak; hukuk var olan, devlet ise var edilen bir kavramdır. Öte yandan toplumsal sözleşmecilerin uzlaştıkları diğer bir nokta ise; egemenin gücünün, sözleşmenin amacıyla sınırlanmış olmasıdır ve devletin iradesinin birey iradesi ürünü olması hasebiyle devletin çıkarlarının bireye aykırı olamayacağıdır. Bu durumda devlet iradesi, toplum menfaatine ve gereklerine aykırı olduğu yahut sözleşmenin amacı olan birey güvenliğine ters düştüğü ölçüde hukuka aykırı olacaktır. Hukuka aykırı bir duruma karşı çıkmak hukukun bir getirisi olduğundan hukuka aykırı bir düzene karşı direnmek de hukuken korunması gereken bir davranış olacaktır. Yani direnme hakkı meşru müdafaa durumunun ayrık bir görünümüdür. Ancak direnme hakkı sınırlandırılmadığı ölçüde karışıklığa ve bir terör haline sebep olacaktır. Bu durumda bu hakkın sınırı bireyin menfaatlerine değil toplum menfaatlerine ilişkindir. Hukukun ve toplumsal düzenin gereklerine aykırı norm ve davranışlara itaat etmek özünde hukuka aykırı olacaktır.

  11. Yavuz Kılıç’ın Makalesine İlişkin Olarak;
    Doğa durumu toplumsal düzenin ortaya çıkmasından önceki insanların bulundukları hali açıklamak için ortaya atılmış bir kavramdır. Doğa durumu bu hafta makalelerde incelenen Hobbes, Locke ve Rousseau’nun sözleşme teorileri çerçevesinde birbirinden farklı şekilllerde betimlenmiştir. Farklılıklar olmasına rağmen insanların doğa durumundan, bir egemen güce birtakım yetkilerin ve özgürlüklerden devredilmesiyle çıkıldığını görmekteyiz. Yani doğa durumundan toplumsal düzenin kurulması amacıyla çıkılması hususunda bir ortaklık söz konusudur. Bir diğer uzlaşma ise bu durumda her insanın başlangıçta özgür olmasıdır. Bu teorilere göre insanlar doğa durumunda köleleşmemiş ve sınırsız özgürlüklere sahiptir. Doğa durumunun toplum öncesi bir kavram olduğu üzerinde uzlaşılabileceğini düşünüyorum ancak o dönemin toplum öncesi dönemden iyi veya kötü olmasına yönelik bakış açılarına göre farklı şekillerde tasvir edilecektir diye düşünüyorum.

    Mehmet Evren’in Makalesine İlişkin Olarak;
    Mülkiyet hakkının bir doğal hak olduğunu düşünüyorum. Doğal haklar insanın doğuştan sahip olduğu haklardır, bu hakların var olması için bir yasa koyucu tarafından öngörülmesi gerekmez. Bir insan bir şeylere sahip olmadan, bir şeylere hükmetmeden veya bir şey üretmeden bu dünyada var olamaz. Kendine ait bir mağarası olmadan güvende hissederek orada barınamaz, avladığı hayvanın mülkiyetine sahip olmadan onu tüketemez. En temel ihtiyaçların giderilmesinde dahi mülkiyetin rol oynadığını gördüğümüz için mülkiyet doğal bir haktır. Kimse tarafından bu hak verilmese bile insanların mülkiyet hakkı vardır. İnsan yaşamak için mülkiyet hakkına sahip olmalıdır bu hakka sahip olmayan bir insanın hiçbir şeye malik olmadan yaşamını sürdürebileceğini düşünmüyorum.

    Ahmet Taşkın’ın Makalesine İlişkin Olarak;
    Bir hukuk kuralı bence, hukukun özüne aykırı düştüğü takdirde adaletsiz olur. Yani hukuk kurallarının işlevi olan toplumsal düzeni kurmaya engel olacak kurallar adaletsizdir. Ayrımcılık yapan, insanların köleleştirilmesini veya öldürülmesi öngören hukuk kuralları toplumsal düzenin kurulmasında negatif bir etki yaratacağından adaletsizdir. Aynı zamanda o toplumda bu kurallar düzeni bozmayacak olsaydı bile böyle normlar öngören hukuk kuralları yine de adaletsiz olacaktır. Çünkü hukukun dayandığı bir değer olan eşitliğe ve ne olursa olsun (o ülkenin anayasasınca korunmasa bile) koruması gereken haklardan olan yaşam hakkına aykırıdır.

    Umay Gökçe AYAN

  12. Hüseyin Yurtseven – 201951211
    TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMLARINDA SİYASİ İKTİDARIN SINIRI OLARAK KİŞİ HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ MESELESİ
    Hobbes, Locke ve Rousseau’nun iktidar kavramları incelendiğinde, ülkemiz açısından var olan düzen içerisinde Hobbes’in görüşüne yakın olduğu savunulabilir. Hobbes devletin iktidarı güçlendikçe toplumsal yaşamın daha sağlam olacağını savunmaktadır. Bu durum ülkemiz açısından hem iktidar hem de halk açısından bakıldığında bu görüşü destekler niteliktedir. İktidar’a direnme bizim tarihimiz boyunca hiçbir zaman ne hakla olursa olsun uygun görülmemiştir. Bu bağlamda ülkemiz açısından Cumhuriyet’in kurulması ve işleyişi aslında yeterince detaylı inceleme ve araştırma konusu olmamıştır. Cumhuriyet bizim toplumumuz açısından İslam’a geçiş kadar etkilidir. Çünkü tarih boyunca Türkler hep bir aile tarafından yönetilmiştir. Zaman zaman bu aile değişiklik göstermiştir, ancak değişmeyen tek şey iktidar biçimidir. Tarihçilere göre Türk tarihinin 5000 yıllık, belki daha da eski olduğu söylenmektedir. Böyle düşünüldüğünde 5000 yıl boyuncaki iktidar anlayışı ve halkın bakışı 100 yıl da büyük değişime direndiği görülmektedir. Türklerde iktidar anlayışı Tanrı’dan gelmektedir. Yani iktidar tüm gücünün Tanrı’dan geldiğini söyler, halkta bunu kabul eder. Ancak halkın kendi kendisini yönetmesi söz konusu olduğunda arafta kalma durumu ortaya çıkmaktadır. Muhalefetin uyarıları, iktidarı ele geçirene kadar sürdüğü de bir gerçektir. İktidarı ele geçiren bir şekilde bu gücü yararına kullanmaya devam etmektedir. Halkın iktidarı ne olursa olsun mutlak güç olarak görmesi ona direnme veya karşı çıkmasını engellemektedir. Öncelikle iktidarın baskı aygıtlarını ortadan kaldırsak bile halk kendi içerisinde bir direnişe izin vermemektedir. Bireylerin öncelikle düşünce özgürlüğüne sahip olması gerekmektedir. Güncel bir örnek vermek gerekirse, yakın zamanda oynanan Türkiye-Hollanda Milli maçında Türkiye lehine verilen penaltı ile ilgili internette birisinin “Gerçekten penaltı mıydı?” sorusuna bir başkasının “sen sus vatan haini” diyerek karşılık vermesi bile aslında herhangi bir düşünceye ne kadar kapalı olduğumuzu da özetlemektedir. İnsanın düşüncesini ifade etmesinin illa ki bir bedeli mi olmalı? Öncelikle ülkemizde sanırım iktidarın gücü ve sınırları hakkında bir tariften önce, insanların yaşam ve düşünce hakkı ve sınırları üzerinde bir tarife ihtiyaç vardır. Her düşünür kendi dönemini eleştirdiğine göre bulunduğu dönemi eleştirememek sanırım ülkemizden de neden filozof çıkmadığının yanıtı olabilir.

  13. Aydınlanma Nedir ? Reaksiyon yazısı
    Aydınlanma, neyi neden yaptığımızı sorgulamaya başladığımız andır. Alışkanlıklarımızı sorguladığımız an aydınlığın kırıntılarına perdelerimizi açmışızdır. Kant’ın da düşüncesine göre aydınlanma, insanın kendi kabahati ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Kant, Aydınlanmanın olgunlaşmamışlıktan, yetersizlikten bir çıkış yolu olduğunu görür. Kant, olgunlaşmamışlık ve yetersizlikle, mantığımızı kullanmamayı ve sadece otoritenin kurallarına uymayı kastediyor.
    Kendi aklımızı kullanma cesaretini göstermeliyiz. Kant, aklını kullanma cesaretini göstermenin erginliğe ulaşmanın şartı olduğunu düşünür. Bu cesareti gösteremeyen, göstermeyen insanlar tüm yaşamları boyunca erginleşmemiş olarak kalırlar. İnsanlık için, var olan düzeni bozmamak, aydınlığa ulaşmak için çabalamamak, karanlığı kabullenmek alışılagelmiş bir durumdur. Kant’ın bu tutumu, bana Platon’un mağara alegorisini çağrıştırdı. Platon, mağara benzetmesinde aydınlığa kavuşmak isteyen filozofların katlanmak zorunda olduğu zorluklara değinmişti. Filozoflar, günümüz düzenine karşı çıkan, aydınlığa kavuşmak için aklını kullanmayı seçen, ayaklanan insanlara karşılık gelir bence. Bu kişiler, kollarındaki zincirler yok olur olmaz bu zincirlerden kurtulup özgürlüklerini elde ederek her ne kadar zor ve acı verici olsa da yüzlerini cesaretle aydınlığa yani gerçeğe dönüp hayatın gerçek anlamını ve doğruyu görebilen kişilerdir. Fakat bu kişilerin kalkıştığı durum oldukça zor ve alışılmışın dışındadır çünkü toplum, bu boyunduruk altında kalma durumuna bir hayli alışmıştır. Yani kurulu bir düzen bozulmasın diye göz göre göre yanlış olana boyun eğmişler ve bir süre sonra özgürlükleri tekrar ellerine verilse bile onu kullanamayacak kadar bu durumu benimsemişlerdir. Tıpkı denek hayvanlarının yılgınlığı vardır üzerlerinde. Oysa Kant’ın da dediği gibi aydınlanma için özgürlük, özgürlük oluştuğu durumda da aklımızı kullanma cesaretinden başka bir şey gerekmez. Özgürlük, aklımızı etkin bir şekilde kullanabilmenin en önemli şartıdır. Aklı kullanmak belli olaylar karşısında, günlük yaşantımızda hatta toplumsal sorunlarda irade geliştirmemizi sağlar. Aklı kullanmak itaatin önüne geçer. Özgür bir şekilde aklı kullanmak bize sorgulamayı öğretir. Oysa akıl yürütme özgürlüğü, günümüzde çoğu alanda kısıtlanmıştır. Din, çalışma hayatı, siyaset, hatta eğitim…
    Bir diğer tanımla aydınlanma, insanın özgür bir varlık olduğunun bilincine varmasıdır. Bir diğer sorun ise aklımızdakileri dile dökebilmemiz için ifade özgürlüğüne ihtiyacımız vardır. İngiliz hukukçu Blackstone ve Milton’a göre ifade özgürlüğü, sırf, iktidarın ruhsatından veya diğer ön-sansür şekillerinden muaf olmaktan ibarettir. Kant’a göre aydınlanma için gerekli tek şey olan bu özgürlük, özgürlüklerin en zararsız olanıdır. İfade özgürlüğü, aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden “kitlelerin önünde apaçık olarak” kullanma özgürlüğüdür. Ve Kant’ın defalarca belirttiği gibi aydınlanmanın engellenmesi, insanlığa en büyük kıyımdır.
    Bireysel olgunlaşmayla başlayıp kolektif aydınlanmanın önünü açmalıyız. Aydınlanma sorgulamayla başlayan zorlu bir yolda olma sürecidir. Bu yolun ne zaman sonlanacağı meçhul ancak önemli olan ilk adımı atma cesaretini göstermektir. Günümüzde sorgulamak, halk arasında ‘kendi aklımızı kullanma gafletinde bulunmak’ bize büyük zorlukları gebe bırakır ancak zaten hiç kimse sorgulayarak bu değişimi başlatmanın kolay olduğunu iddia edemez. Çünkü değişim değişme isteği, düzenin bozulması, denek olan hayvanların çıkış yolunu bulmaya karar vermesi anlamına gelir.
    Bir diğer özgürlük sorunu ise özgürlüğümüzü, belli sınırlar içinde iktidara devretmiş olmamızdır. İktidar bir nevi bizim yerimize karar verecek bir gözetici, kurtarıcıdır. Ancak bu özgür düşünme hakkımızı hiçbir sınır olmadan tamamen iktidara bırakmak içine düşeceğimiz en büyük yanlıştır. Bizim haklarımızı, aklımızı kullanma yeteneğimizi elimizden alan bu gözeticiye alışmak kendi kurtuluşumuzun önündeki en büyük engeldir. Bu gözeticiye alışmak, gün gelir en büyük zorluklarımızda bir kurtarıcı bekleme alışkanlığına evrilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi “Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun.”
    201851030

  14. Soru 1/Cevap:Doğa durumu,yaşamın başladığı andan itibaren oluşmuş ortaya konan ve süreklilik halinde olan kavram diyebiliriz.İnsanların birarada yaşaması yani toplum dediğimiz oluşumun ortaya çıkmasında başlıca unsurdur.Okuma parçalarında da gördüğümüz üzere doğa durumunun varlık nedeni hakkında olmasa bile işlevi konusunda uzlaşma sağlanamamıştır.Hobbes doğa durumunu insanın insanla mücadelesi yani toplum durumuna mecburi geçişin aracı olarak görürken, Rousseau doğa durumunu el değmemiş ideal yaşam olarak görmüştür
    Soru 2/ Cevap:Mülkiyet hakkı doğal bir haktır.İnsanların devamlılığını sürdürme zorunluluğu sebebiyle birarada yaşam sürecine başlamasıyla birlikte yerleşik yaşam barınma gibi zorunlu ihtiyaçlar ortaya çıkarmıştır.Bu yapı mülklerin diğer kişilerden korunması ve üzerinde hakimiyet kurmasının garantisi amacıyla eski dönemde insan gücü yani kuvvet kullanmayla başlayarak modern dönemde mülkiyet hakkı dediğimiz kavram ortaya çıkmıştır.Geçmişte hayatta kalmanın unsurlarından biri günümüzde ise kullanma yararlanma ihtiyaç veyahut yatırım olarak kullanılan bu hakkın insanın sahip olma içgüdüsünden gelen başkalarıyla paylaşmayacağı özel alan gereksinimiyle doğal hak olması yadsınamaz gerçektir. Bu tabii hak günümüzde örneklerini gördüğümüz üzere ekonomik koşullar gereği herkesin eşit yararlanabildiği bir hak değildir.Rousseau bu mülk edinme halini insanın tutkusu olarak eleştirerek geleceği görmüş diyebiliriz
    Soru 3/ Cevap:Totaliter yönetim biçiminin olduğu, çeşitli müdahalelerle anayasanın askıya alındığı hukukun fiilen ortadan kalktığı durumlarla tarihte birçok kez karşılaşılmıştır.Bu sebeple hukuk düzeninden çıkılabilinmesi mümkündür
    Soru 4/ Cevap:Bir hukuk kuralı amiyane tabirle adamına göre uygulandığında yani kişinin konum, düşünce,kanaatlerine göre kuralın uygulanış ve yaptırım biçimi hafifleyip ağırlaşıyorsa o kural adil adaletli olmaz
    Soru 5/ Cevap:Direnme hakkı kişiye doğrudan tanınmış bir hak olarak verilmeyebilir ancak kişi kendisine yani yaşam özgürlüğüne malına karşı bir saldırı durumunda meşru müdafaa veyahut kuvvet kullanma haklarını korumak amacıyla barışçıl toplantı ve yürüyüş gibi diğer haklar içinde direnme hakkının eritildiği düşüncesindeyim.Çünkü direnmek meşru bir amaç için olmalıdır.Sivil itaatsizlik yürürlükte olan kuralın ortaya çıkardığı veya çıkaracağı sonuçlar sebebiyle hukuka uygun, adil bulmayarak sonuçlarına ne olursa olsun katlanarak şiddet içermeyen direniştir.Hukuk düzeni tanınmakta ancak ortaya çıkacak olan sonuca karşı eylem vardır.Eğer tüm hukuki meşru yollar tüketilerek bir sonuca ulaşılamamışsa zaruret hali göz önüne alınarak sivil itaatsizlik bir insan hakkı olarak görülebilir ancak bu konuda kesin bir görüşe sahip değilim.Hak boyutu karşılaşılan her olay için değişkenlik göstereceğini düşünüyorum.

  15. Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması

    Başlıkta da görüldüğü üzere makale, iki farklı düşünürün doğa durumu ve mülkiyet anlayışları üzerine yaklaşımlarını karşılaştırmak suretiyle incelemektedir. İki kavrama ilişkin benim yaklaşımımın daha iyi anlaşılması için, kavramları bu iki düşünür penceresinde inceleyip kendi yaklaşımımı ekleyeceğim.

    DOĞA DURUMU ÜZERİNE
    Doğa durumu; insanların, henüz herhangi bir devlet altında örgütlenmediği, devletin kendisinin oluşmadığı, dolayısıyla insana yönelik herhangi bir müdahalenin bulunmadığı dönemlere ilişkin konumudur. Locke ve Rousseau’nun doğa durumuna ilişkin yaklaşımlarının başlangıç noktasında paralellik bulunmaktadır. Şöyle ki, ikisi de doğa durumunda insanın iyi olduğu varsayımından hareket etmektedir- aşağıda da görüleceği üzere ulaşacakları sonuç farklı olacaktır-. Bu varsayımın devamında Locke, doğada zaten eşit ve özgür olan insanın özgürlüklerinin, başkalarının özgürlüklerine de müdahale edilmemesi adına sınırlanması gerektiğini vurgulamış, bu bağlamda da DEVLET kavramını meşrulaştırmış ve uygarlığın devamı niteliğinde görmüştür. Buna karşın Rousseau, doğada eşit ve özgür olan insanın içinde bulunan kötülüğün devlet yoluyla açığa çıktığı, bu bağlamda da tüm kurumların, tüm bu toplumsallaşma anlayışının yanlış yönde olduğu, insanın hem özgürlüğünü sınırladığını hem de kötü olmaya ittiğini ileri sürer.

    Doğa durumuna ilişkin şahsi kanaatim, insanın doğasının kötüye (ör/şiddete) meyilli olduğu, ancak doğa durumunda dahi yaşamaya devam edebilmesi için başka insanlara da ihtiyaç duyduğunun bilincinde olmasından dolayı kendini törpülediği ve iyi olmaya ittiği yönündedir. Hal böyleyken devlet dediğimiz kurumun kendisi de insanın daha da törpülenmesinde zorlayıcı bir araç olacak, hukuk da bu aracın meşru kılıfı mahiyetinde olacaktır.

    MÜLKİYET ANLAYIŞI ÜZERİNE
    Mülkiyet; çok kısaca insanın bir takım araçlarla (ör/emek, sermaye) bir takım şeylere (ör/ ev) sahip olmasıdır. Locke ve Rousseau, mülkiyete ilişkin yaklaşımlarında farklılık göstermektedirler. Locke, doğada başkasından izin almaksızın, herhangi bir kurala tabii olmaksızın sahip olunan, bu bağlamda da doğal bir hak olan mülkiyetin, devlet altında ise belirli kurallar altında (ör/ mülkiyet, başkasının mülkiyetine zarar verecek şekilde kullanılamaz) tanınması ve güvence altına alınması gerektiğini, medeniyetin inşasının ancak bu şekilde olabileceğini savunmaktadır. Buna karşın Rousseau, doğa durumunda insanın tarihsel ilerlemede bir şeylere sahip olma güdüsü edinmesiyle güvensizliklerin doğduğunu, devletin ise mülkiyet hakkını koruma altına alarak, güvensizlikleri pekiştirip daha başka kötülükleri meydana getirdiğini, mülkiyetin doğası gereği eşitsizliği, bu eşitsizliğinde insanı yine kötülüğe götürdüğünü savunmaktadır.

    Mülkiyet anlayışına ilişkin şahsi kanaatim, insanın doğasında bir şeylere sahip olma güdüsünün bulunmasının tek başına mülkiyet hakkının varlığının tanınmasında yeterli olmadığı, özel mülkiyetin var olduğu her yerde özel mülkiyetin doğası gereği bir takım eşitsizlikler doğacağı, sınıfsal farklılıkların önünün açılacağı, TOPLUM ve BİZ anlayışının yerini BİREY ve BEN anlayışına bırakacağı ve bu anlayışında toplumsal ilerlemeyi yavaşlatacağı yönündedir. Hal böyleyken, özel mülkiyet anlayışı ve tanıdığı hakların sınırlanması ve hatta yerini kamu mülkiyeti anlayışına bırakması gerektiği kanaatindeyim.

  16. Rousseau aydınlanma düşünlerinden biridir, ancak diğer aydınlanma düşünürlerinden farklı olarak akılcılık, bilimsellik, ilerlemecilik adı verilen aydınlanmanın temel söylemlerine karşıdır.
    Locke doğa durumunu savunurken insanların başkalarından bir şey istemediği ve insanlara tabi olmadan doğa yasalarının sınırlarının içinde yaşayabilme bilme ve kendi üstünde hüküm sürebileceği bir özgürlüğü belirtiyor.
    Locke yasanın temel taşının akıl olduğunu ve bunun herkeste eşit bulunduğunu belirtip bir kişinin başka bir kişinin özgürlük ve hüküm alanına karışmaması gerektiğini düşünmektedir. Buna karışanların cezalandırılabilmesi gerektiğini söylemiştir.
    Rousseau ise doğa durumunu açıklarken toplumdan bahseder ve toplumun kötülükten ortaya çıktığını belirtir, bu yolla insan doğası gereği kötüdür anlayışını desteklemektedir.
    Rousseau’ya göre insan kundak içinde doğup tabut içinde ölür sözünü insanların hep bir düzen içinde ve onu sınırlayan, sınırlandıran şekilde doğup, büyüyüp öldüğünü söyleyebiliriz.
    Rousseau insanın doğasında iyilik olduğunu ve kötülük ve sapkınlığın daha sonradan sapma şeklinde ortaya çıktığını belirtir ki bu da insan doğası gereği iyidir anlayışını desteklemektedir.
    Yani Rousseau toplumsallaşmanın olmadığı durumda insanların iyi toplumlaşmanın da insanların kötülüğü sonucu ortaya çıktığını belirtir.
    Rousseau yine toplumların doğalda iyi olduğunu ve siyasi kuramların ve mülkiyet anlayışının onları kötülüğe ittiğini belirtmektedir.
    Locke insanların doğdukları zaman mülkiyet, hayat ve özgürlük hakkı olduğunu söyleyip mülkiyetin olan mallar ve yaşam hakkınında içinde olduğu tüm hakların içinde olduğu property ve possession kavramlarını kullanmıştır. Bu sebeple özel mülkiyetlerin birleşerek rızaları ile kendilerini koruma altına alma iç güdüsünden devletler ortaya çıkmıştır.
    Rousseau ise Locke’a istinaden insanların özgürlüklerini ve özel mülkiyetlerini koruma alma içgüdüsüyle oluşturduğu ancak bunun doğa durumundaki özgürlüklerin yerine yapanlara sonsuza dek çıkar sağlayacak biçimde bir sistemin meydana geldiğini ve bunun meşrulaştırıldığını belirtmektedir ve burada rızanın değil zorunluluğun olduğunu belirtmektedir.
    Locke’a göre mülkiyet kavramını emek sermaye ilişkisi olarak değerlendirmek yanlış olmaz, emeklerinin doğrultusunda mülkiyet elde edinirler bu sebeple de Locke buna sahiplik şeklinde mülkiyet edinme demiştir.
    Rousseau mülkiyete Locke’un aksine emek neticesinde ortaya çıkan mülkiyet kavramının insanlığın huzurunu bozduğunu düşünmektedir. Çünkü mülkiyet kavramıyla olanla olmayan arasında eşitsizliğin ortaya çıkacağını belirtip ve bu eşitsizliği koruyan yasaları eleştirmektedir.
    Sonuç olarak mülkiyet ve doğa durumu arasında bir ilişki bulunur Locke’a göre bu durum yasaları ortaya çıkarır ve yasalar uygarlığın gelişmesine yardımcı olur ancak Rousseau’ya göre yasalar yanında bilim ve sanatı getirir bunlar ilk başlarda iyi gibi görünselerde insanları hep bağlı tutmak, sınırlamak için ortaya çıktığını savunmaktadır.
    Mesut Aslan/ 201951416

  17. Kant’a göre aydınlanma, erginlik halinden kurtulma bir anlamda hazır olan durumları bir kenara bırakıp insanın kendi harekete geçmesidir. Aklını kullanmak, kontrolü eline almak Kant’a göre aydınlanmanın ta kendisidir. Farklı, yabancı bir yönlendirmeye ihtiyaç duyulmadan insanın kendi aklıyla kendini yönetmesi olarak bakar. İnsan aklını kullanarak yön vermediği sürece ergin olmamaktan öteye gidemez. Aydınlanma için özgürlük gereklidir ve bu özgürlük en zararsız olandır. Tek ihtiyaç olan insanın aklıyla çekimserlik hissetmeden rahatça hareket etmesidir, düşünmesidir.

  18. Doğal Hukuk fikri uygarlık tarihi kadar eskidir ve Hristiyanlığın egemen olduğu bütün zamanlarda doğal hukuk fikride tüm diriliğiyle var olmuştur. Doğal hukuk laikleşmeyle beraber Hristiyanlığın etkisinden çıkıp deizm fikri üzerine yerleşince daha çok gelişip objektif bir hal alıp evrenselleşmiştir fakat 19.yy dan sonra bu kavram daha fazla gelişememiş hatta bir bunalıma girmiştir.
    Doğa durumu kavramı pek çok kişi tarafından farklı değerlendirilmiştir. Hobbes’in Leviahtanına karşı Locke birçok eleştiri getirmiştir. Hobbes’a göre doğal duruma anarşi ve düzensizlik hakimdir güçlünün zayıfı ezdiği bir sistem mevcuttur. Hobbes bu durumdan ancak mutlak ve totaliter rejimleri meşrulaştırarak çıkılabileceğini söyler. Locke ise buna karşı insanın doğada salt içgüdüler ile hareket etmediği ve aklın baskın olarak kullanıldığı doğa durumundan sosyal yaşama toplumlaşmaya geçmenin en büyük sebebinin insanın aklının olduğunu söyler. Mutlak ve totaliter yönetimlerin varlığının gerekliliğine de karşı çıkıp insan hakların korunduğu iktidarların var olması gerektiğini savunmuştur. Doğal hukuk için Hobbes ve Locke birbiriyle bağlantılı ve biri diğerinin eleştirisi niteliğindedir Montesquieu fikri ise bunları tamamlamak değil bunlardan tamamen farklıdır. Montesquieu’ya göre doğal hukuk köklerini varoluş koşullarından alır. Bunlar coğrafi, tarihi, iktisadi vb koşullardır. Montesquieu siyasi doktrin de ise Hürriyeti köşe başına alır ve onun için en önemli nokta hürriyettir. Montesquieu hürriyeti demokrasilerdeki hakimiyetinin bütününün halktan geldiği rejim olarak kabul eder. Montesquieu Kanunların sabitliği genelliği ve herkes için uygulanabilir olması üzerinde durur. Rouesseau, Montesquieu dan sonra 19 yıl sonra doğal hukuku ele alır fakat bu daha yenilikçi olmaz gelenekçi bir şekilde olur. Rousseau’ ya göre hakimiyet halkın kendisinden gelir başka bir sebepten kaynaklanmaması gerekir.
    İstiklal Beyannamesinin temel felsefesi tanrının insanları yaratırken onlara vazgeçemeyeceği ve herkesin sahip olduğu haklarla donatılmasıdır. Bu haklar yaşama hakkı hürriyet hakkı mutluluğunu arama haklarıdır. İktidarlar da bu hakları korumak üzere kurulur bu hakları koruyup gözetmeyen hükümetlerin halk tarafından ilga edilme hakları vardır ve bu bazen gerekliliktir. Diğer beyannameler kısmında bura ile tamamlayacak bir şey bulamadım.
    Devletlerin doğal hukuk sonucu ortaya çıkıp çıkamayacağı konusunda düşüncelerim ise en başta yazıldığı gibi uygarlık tarihi kadar eski olan doğal hukukun gelişmesi ve doğal bir sonucu olan devletin varlığı ve ortaya çıkması doğal hukuk ile olmuştur bunu kaçınılmaz olarak görüyorum.

  19. Thomas Hobbes’a göre insanlar doğa durumunda huzursuz ,güvensiz ,rekabetçi bir haldedir .Thomas Hobbes ’un tabiriyle insan insanın kurdudur. Dolayısıyla bu kaos durumundan barış durumuna ,güvenli ,huzurlu bir ortama geçmenin gerektiğini söyler. Bu doğa halinden ancak aklın koyduğu belirli kurallarla çıkılabileceğini belirtir.

    John Locke’a göre ise doğa durumunda insanlar mutlu, huzurlu idiler. Fakat mülkiyet kavramının korunması amacıyla toplum sözleşmesi kavramını açıklamıştır. Burada 1.sınıf hukuk başlangıcı dersinden bir hatırlatma yapayım. Avcılık toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişle üretim fazlası sonucu ortaya çıkan mülkiyet kavramı insanlar arasında uyuşmazlıklar doğurdu zamanla. Örneğin üretilen malların değiş tokuşuna ilişkin uyuşmazlıklara ilişkin kurallar sözleşmeler hukukunda karşılığı trampa olarak karşımıza çıkacak, yine mülkiyet hakkı sahibinin vefat etmesiyle malvarlığının mirasçılara geçişiyle ilgili uyuşmazlıklara çözüm üreten miras hukuku normları doğacak.

    Bu çerçevede Locke’a göre toplumsal sözleşmenin amacı mülkiyet hakkının korunması .Akıl aracılığıyla kurallar oluşturulup hukuk sistemi oluşuyor .Bu sayede toplum güvenli, huzurlu bir şekilde yaşamını sürdürüyor.

    Rousseau’ya göre ise insan doğa durumunda mutlu ve huzurluydu fakat mülkiyet kavramı insanlar arasında huzursuzluklara yol açtı. Doğa durumu hakkında 3 filozofun görüşlerinde de farklılıklar vardır. Dolayısıyla Locke ‘a göre mülkiyet doğal bir hak iken Rousseau’ya göre sonradan oluşturulmuş ve korunmuş bir hak.

  20. Mehmet Evren – LOCKE ve ROUSSEAU’nun DOĞA DURUMU ve MÜLKİYET ANLAYIŞLARININ KARŞILAŞTIRILMASI Makalesi Üzerine Düşüncelerim:

    Locke, insanların doğa durumunda eşit ve özgür olduklarını, insanlar arasında barış ve özgürlüğün olduğunu söylemektedir. Lakin Locke’a göre kuralların olmayışı nedeniyle insanların mülkiyet hakkının korunmasında sıkıntılara yol açabileceğini de söylemektedir. Yine aynı şekilde Rousseau’ya göre de doğa durumunda insanlar arasında eşitlik, barış ve mutluluk vardı. Rousseau’da doğa durumunda iyi olan insanın mülkiyet kavramının yayılmasıyla birlikte insanların mayasının kötüleştiğini ifade etmektedir.

    Locke ve Rousseau’nun düşüncelerine baktığımızda doğa durumunda insanların barış, mutluluk, eşitlik ve özgürlük içinde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Lakin işin içine emek ve mülkiyet kavramları girince insanların o kadar da iyi olduğunu düşünmemekteyim. Çünkü insanlar gelişen zaman içerisinde emek sarf ederek çeşitli işlerle uğraşmaktadır. Bunun sonucunda ise mülkiyet kavramı ortaya çıkar ki bu durum da insanlar arasındaki eşitliği bozar. Eşitliğin bozulmasıyla birlikte insanlar arasında ki barış ortamı yerini kaos ve kargaşa ortamına bırakacaktır. Çünkü insanların uyacakları bir kural ve insanların kurallara uymasını sağlayan bir yapı yoktur. Kuralların olmaması ve kurallara uyulmasını sağlayan yapının olmamasıyla birlikte insanlar kendi haklarını korumak amacıyla kendi başlarına buyruk hareket ederek davranırlar. Her insanın kendi başına davranıp kendi koyduğu kuralları uygulaması demek herkesin adalet ve hukuk anlayışının farklı olması demektir. İnsanların kendi mülkiyet hakkına saldırı olduğunda herkesin cezalandırma yetkisi olduğu ve bunun da adalet kavramıyla özdeşleşmesi demek kaos ve kargadaş başka bir şey değildir. Bu şekilde doğa durumunda toplumsal düzenin ve barışın sağlanması imkansız hale gelir. Toplumsal düzenin ve toplumsal barışın eski sağlığına kavuşması amacıyla devlet kavramı ortaya çıkmıştır. Devletlere baktığımız da devletler uzun yıllardan beri varlığını sürdürmektedir. Bana göre devletler varlığını sürdürmeye de devam etmelidir. Çünkü devletler toplumsal düzenin ve toplumsal barışın sağlanmasında olmazsa olmaz bir unsurdur. Devletler toplumsal düzen ve barışı korumak için hukuk kuralları koyarlar. Devletin koyduğu hukuk kurallarına hem vatandaşlar hem de devlet bu kurallara uymaya ödevli kılınmıştır. Bu şekilde ne vatandaşlar ne de devletin kendisi kendi başına hareket edemeyecek, salt hukuk kurallarıyla bağlı kalarak adaleti gerçekleştirmeye çalışacaktır.

    FURKAN ŞENGÜL – 201851162

    HUKUK FAKÜLTESİ 3. SINIF.

  21. Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması
    Doğa durumu devletin, medeniyetin kaynağını açıklamak için kullanılır. İnsanın toplumla ve toplumsallaşmayla ilgisi denebilir. Rousseau ve Locke bu kavram üzerine iki farklı tanımlama getiren düşünürlerdir. Hobbes ise ‘homo homoni lupus’ diyerek doğa halini kaos ve vahşet olarak tanımlar. Yani düşünürler belli bir doğa durumu üzerinde birleşememişlerdir. Kanımca ortak bir paydada uzlaşmak mümkün değildir. Çünkü insanın sosyalleşmeden önceki yalnızca ‘insan’ olduğu dönem hakkında fazla bir bilgi kaynağımız yoktur -Ne hissettikleri ve neyi hak görüp görmedikleri konusunda-. Yalnızca hareketlerini yorumlayabiliriz. Bu da bize birinci elden doğru bilgiyi veremez. İnsanın sosyalleşmesiyle beraber sınırlı olan kaynakların üzerinde mülkiyet hakkının kurulması şahsımca kaçınılmaz olmuştur. Bu hakkın korunması ve varlığının iyiye yönelik kabulü ile insanın gelecekte karşılaşacağı adaletsizlikler dahil tehlikelerden korunması söz konusudur. Locke mülkiyet hakkının doğuştan bulunması gereken bir hak/doğal bir hak olduğunu savunurken özel mülkiyet kavramını emekle ilişkilendirmiş ve bu hakları korumak için hukuk kurallarının var olduğunu savunmuştur. Modern toplumlara baktığımızda bunu esas alarak mülkiyeti koruyan tali hakların varlığı tartışmasızdır. Ancak bu da mülkiyet hakkının meşruiyetini ancak hukuk kuralları, bir normatif düzen ile sağladığımızı gösterir ki buradan hareketle eğer mülkiyet bir doğal hak olsaydı, insanın toplumsallaşmadan önceki dönemde de bu hakkının varlığını kabul etmemiz gerekirdi. Yine aynı nedenlerle ortak bir doğal hak olarak mülkiyet hakkı başından beri var olsaydı ortaya atılan fikirler bu denli farklı olmazdı. Örneğin Rousseau bu hakkın varlığı insanın özgürlüklerini sınırladığı kanaatine varamazdı. Doğa durumu üzerinde uzlaşılamamışken doğal yasaların varlığını kabul etmek zannımca mümkün değildir.
    KAYNAK:
    Ali Rıza Çoban, ‘’Mülkiyet Bir İnsan Hakkı Mıdır?’’, İktisat Felsefesi.
    201851164-Hazal TAN

  22. Rousseau göre uygarlık mülkiyet anlayışını kabul etmiş ve insanın zamanla köleleştiğini ifade etmiştir. Bu durum insanı iyice kendi kimliğinden uzaklaştırmıştır. Locke ise insanın doğa durumunda eşit ve özgür olduğunu ifade eder. Locke’ye göre mülkiyet doğal bir haktır. Mülkiyet devleti yarattığını yaratmıştır. Herkesin eşit ve bağımsız olmasından dolayı hiç kimsenin birbirine zarar vermeyeceğini emreder. Rousseau’ya göre insanlıkların güvenlikleri ve özgürlüklerini garanti altına almak için birbirleriyle sözleşme yapma yoluna gittiler ve böylelikle hukuk sistemi kuruldu. Rousseau göre mülkiyet kavramı insanların huzurunu bozduğunu savunur. Özel mülkiyet eşitsizlik durumu yarattığını söyler. İki düşünür birbirlerinden farklı görüşler ortaya atmıştır.

  23. Kant’ın aydınlanma makalesinde günümüz insanlarının aydınlanmış değil aydınlanma aşamasında olduğunu görmekteyiz. Bunlar sorgulayan ancak bir yerlere akıl bağlamında bağlı olan kelepçelerini henüz yeni atmış insanlardır. Bu insanların yine de tam anlamıyla özgürlükleri yoktur. Önlerindeki seçeneklerden, sınırlardan dışarı çıkmazlar. Günümüzde de insanların hep başkalarının dediklerine bağlı olduklarını, güvenli nokta olan sınırlardan çıkmaya cesaret edemediklerini gözlemleriz. Bunun temeli eğitimle atılmıştır. Çocuklar okula başladığında belli bir kalıpta olmaları istenir. Öğretmenlere itiraz etmeyen, sadece konuşma hakkı verildiğinde konuşan, fikir belirtmekten çok otoritenin ona verdiği seçenekler arasından seçen çocuklar yetiştirilir. Bir nevi asker yetiştiriciliği yapılmaktadır. Başkalarından fikir almadan harekete geçemeyen otoriteye bağlı askerler. Bu çocuklar ilerde herhangi bir seçim yapmak zorunda kalınca ve hayatın sadece onlara sunulan seçeneklerden oluşmadığını anlayınca büyük yıkıma uğrayacaklardır ve toplum için fonksiyonel bireyler olamayacaklardır. Düşüncelerini ifade etmeye çekinen her zaman bir başkasının fikrini kendininkinden üstün gören bireyler olacaklardır. Kanaatimce aydınlanma aşamasından aydınlanmış bir toplum olma basamağına çıkmak istiyorsak düşünebilen insanların temelini eğitimin ilk aşamasında kısıtlamamak gerekir.

  24. Doğa Durumu ve Diğer Sorulara İlişkin Değerlendirmelerim

    1-)Doğa durumu,hukukun doğal kaynağını ve doğal hakların neler olduğunu araştıran,doğal hukukçuların cevabını bulmaya çalıştığı bir kavramdır. İlk Çağ filozofları biraz akıl biraz da metafizik oalrak meseleye yaklaşsa da esas yaklaşımı sergileyenlerin bu doğal hakları bir ‘’sözleşme’’ vasıtasıyla elde ettikleri varsayılır. Sözleşmeciler de kendi aralarında ayrılmışlardır. Örneğin Hobbes’a göre doğa durumuyla savaş durumu aynı şeydir,Hobbes’a göre her şey bir cisimdir devlet de felsefe de. Locke’a göreyse doğa durumu; akılla kavranabilen,her insanı bağlayan ve temel yasaların koyulmasına öncülük eden bir normdur.(Tıpkı pozitivizmdeki temel norm gibi) Rousseau’ya göreyse bir yaşama içgüdüsü ve aklın yanı sıra bir tarihilik ve felsefilik atfedilmesini görmek de mümkündür. Özetle doğa durumu filozoflarca varlığı kabul edilen ama saydığım örneklerde olduğu gibi muhtevasının çok geniş ve değişken olduğu,hatta gidiş yolları bakımından filozoflarca uzlaşılamayan bir fikirdir. Çünkü bu durum;Hobbes’a göre bir varsayım,Locke’a göre toplumsal geriliğin doğal bir yansıması (biraz da bilimsellik) Rousseau’ya göreyse toplumun yaşam kaynağıdır.

    2-)Bence,Locke’ın mülkiyet ve doğa durumuna bakışı daha çok dine ve emeğe dayalıdır. Buna göre insan,yaptığı her şeyle,ortaya emek sonucu koyduğu her eserle insanın Dünya’ya ait olduğunu kanıtlar ve kanıksar.Böylelikle insanlar mülkiyet adlı bir değer yaratıp (iktisadi olarak bakarsak katma değer yaratma,yatırım yeri oluşturma olarak da düşünülebilir.) bu yaratılan değerin korunmasıyla insanlığa barış ve huzurun geleceğini savunur. Rousseau ise eşitsizliğin temel kaynağı olarak mülkiyeti ve mülkiyetin oluşumuyla birlikte gelen düzeni gösterir. Özetle Locke’a göre mülkiyetin oluşumuyla insan ve onun kurduğu düzen insana ve topluma barış,huzur ve adalet yani hukuk kuralları getireceği için mülkiyete bakış açısı olumludur. Rousseau ise özünde iyi olan insanın mülkiyetle birlikte bozulduğunu ve bencilleştiğini savunarak mülkiyeti adeta ‘’sonun başlangıcı’’ olarak görmektedir.

    3-)Devletin,doğal hukuk düzeninden çıkabilmesi demek,o devletin toplumunun kültürünün,örf adetinin ve kural koyucu mekanizmalarının olmaması ve olsa bile etkin çalışmaması demektir,yani komple bir hukuk sistemi değişikliğidir. Çünkü hiçbir devlet toplumunun benimsemeyeceği,toplumuna ters gelen bir kanunu dikte edemez,etse bile toplumun mayası buna uygun olmadığı için kanun ya da konulan madde,diğer hukuk sisteminin yanında amiyane tabirle ‘’yamalı’’ gibi gözükür. Ama sistemini doğal hukuka entegre etmeyen hukuk sistemleri de mevcuttur.

    4-)Hukuk kuralı,toplum vicdanını yaralayan bir zemindeyse artık o hukuk sistemi ve o ülke için haksız ve adaletsizdir. Örneğin bir çocuğun baklava çaldığı için 9 yıl hapse mahkum edilmesi hukuken ve kanunen doğrudur ama adaletli ve haklı mıdır takdiri Türk toplumu zamanında vermiştir. Her hukuk kuralı her somut olayda birebir uygulanamaz eğer öyle olacak olsaydı ne hukuk düzeni kalırdı ne de adalet ne de genel hatlarıyla çizilen kanunlar…Hukuk kuralı kesin ve emredici olduğu için maalesef adaletsiz de olsa o hukuk kuralı uygulanır. (Nitekim baklava çalan çocuklar 9 yıl olmasa da yine hapis yattılar.)
    5-)Sivil itaatsizlik hukuk dışıdır. Çünkü kendi unsurlarında da buna yönelik bir atıf vardır. Sivil itaatsizlik;yasa dışı,yaptırıma katlanma zorunluluğu olan,kamuya açık ve şiddetsizliği esas alan bir pasif direnme ve boykot türüdür. Baskıya yönelik direnme hakkıysa bundan farklıdır. Direnme hakkında,hukuksuzluklarıyla topluma zulmeden bir siyasi iktidarın varlığı aranır. Bu iktidar her türlü yasayı ve kuralı çiğnemiş ve baskıcı bir şekilde devleti yönetme yoluna gitmiştir. İktidarın devleti yönetme amacı, toplumu müreffeh yarınlara taşımak ve devleti yüceltmektir. Özgürlüğü ve toplumsal refahı sağlayamayan iktidarsa zaten hukuken tartışmalı bir konuma düşer. Direnme hakkı tam da burada devreye girer. Direnme hakkının kullanılabilmesinin tek sebebi hukukun üstünlüğü yani yasallıktır. Hukuka ve kanuniliğe dönüş yapıldıktan sonra veya böyle bir yönetim anlayışı olmadan yapılan bir eyleme, direnme hakkı denilemez. Oğuz Kağan Erdoğan 201851073

  25. Ben Immanuel Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir’ makalesi hakkında refleksiyon paragrafı yazacağım.

    Kant sözlerine ‘aklını kullanmaya cesaret et’ diyerek başlamaktadır. Aklımızı kullanmak, kullanabilmek bir özgürlüktür. Bize, kendi iç dünyamızda ve çevremizde olan ilişkilerimizde yön veren, doğruyu yanlış subjektif olarak ayırt etmemize yarayan ve bilhassa var oluşumuzun temelinde diğer varlıklardan bizi ayıran yegane özelliktir. Kant’ın da bu husustaki fikirlerini okurken temele aldığı düşünce yukarıda yazdıklarım ölçüsündedir. Yaşamış olduğu dönemin baskı araçları (kilise, din adamları, yönetim vb.) insana demektedir ki : “Senin düşünmene gerek yok, biz senin yerine de akıl yürütür senin için de kurallar buluruz. Sen yeter ki itaat et ve bu kurallar uy”. Bu düşüncenin temelinde, insanlar üzerinde söz sahibi olabilmek, insanları kontrol altında tutup- mal mülk üzerinde, toprak ve ekonomik kaynaklar üzerinde kendinlerini geçerli kılma güdüsü yatmaktadır. Zengin söz konusu iktidar çabacılarının dilediği ölçüde zengin olacaktır. Fakir ise zaten fakir olduğundan onlar için pek bir öneme sahip olmaz ve toplum statüde geri kalmış kabul edilirler.
    İşte bu düşünce yapısının tam karşısında duran Kant, yukarıda da yazmış olduğum akıl değerine oldukça önem vermekte ve bu baskının aklı kullandıktan sonra kırılmaya mahkum olacağına inanmaktadır. Aklı kullanabilmek öyle bir anda olabilecek bir şey değildir. Kant da bunu ayaklarına zincirler vurulmuş bir insanın hemen yürüme fiilini gerçekleştiremeyeceği haline benzetmiştir. Akla vurulan ve düşünmeye engel bu zincirler, zamanla çıkartılacak ve en başta teşebbüslerle, halk içinde azınlıklarla- ancak yeter ki bir kişi bulunsun- çoğunluğa ulaşılacaktır. Zamanla bir kişi, on kişiye ve bu da daha da çoğunluğa yönelecektir. Kant da anladığım kadarıyla bu akıl özgürce akıl yürütme olduğu sürece gerisinin de geleceğini düşünmektedir.
    Akıl, bir özgürlüktür. Kendi kendinin kontrol edeni olmayı, başka bir kişinin, kişilerin zihinsel faaliyetleriyle yetinmeme girişimini insanlara aşılar. O zamanda bulunan ne kilisenin ne rahiplerin ne de bir başka ‘itaat et’ fikrini empoze eden birisinin varlığına ihtiyaç yoktur. Özgürlük ancak akılla mümkün olduğundan, pek tabi akıl yürütenler kendi düşünceleri üzerindeki bu örtüyü kaldıracak ve kendilerine uygun olan yönetim sistemini bu şekilde bulabileceklerdir. Kant’ı bu bakış açısından irdelediğimizde, aklın ön planda tutulması düşüncesi, bilginin de akılda bulunduğu ve bulunması gerektiği, ancak akıl ile bilgi üretilebileceği fikrine götürmektedir. Bu açıdan epistemolojik bir felsefesi olduğunu söylemek mümkündür. Diğer yandan Kant’ın bilginin akıldan kaynaklanması gerektiği düşüncesi, son dersimizde de görmüş olduğumuz Aritoteles’in varlığın varlık olma şartlarından biri olan amaçsal etken nedenine benzemektedir veyahut ben benzetmekteyim. Aristo bu etken nedeninde, insanı insan yapan amaçsal etkenin düzen içinde birlikte yaşabilme ve uyumlu olarak hareket edip varolabilme olduğunu söylemektedir. Bizim için asıl kıymetli olan kısmı ise, bu birlikte varolabilme fikrinin varlığını akıldan almasıdır. Toplumsal düzenin sağlayıcısının akıl olduğunu ileri sürmektedir. Düzen sağlayan toplumdan topluma değişmekle birlikte her ne olursa olsun akıl içerisinde kendini barındırmaktadır. Şayet Aristo, aklın içerisinin ne ile doldurulacağını açıkça ifade etmez ve düzeni sağlayan ne ise o olacaktır der. İşte aklın varlığı bu denli önemli iken, bir insanın, insanlar topluluğun çıkıp da başkalarının zihinsel faaliyetlerini yok sayması Kant özelinde ve kendi şahsi düşüncem ile de kabul edilemez.

    Kant, makalenin bir diğer kısmında bu aydınlanmanın, bir toplumdaki her kurumda sirayet etmesi gerektiğini söylemektedir ve burada aklın sınırlanabileceğini, ancak genel hatlarıyla bunun asla akıl kullanmanın yasak edildiği anlamında değerlendirilmemesi gerektiğini belirtmektedir. Bu sınır şudur ki ben okuduğumdan anladığım ile ikiye ayırarak bu sınırlardan bahsedebilirim. Temel olarak iki sınırın özünde de düzenin korunması ve toplumun yararı esası yatmaktadır ancak görünüş bakımından farklıdırlar.
    İlk ayrımda bir komutan, askere emirler vermekte yapması gerekenleri itaat derecesinde uygulanmasını buyurmaktadır. Asker, komutanının astıdır ve komuta zincirine tabidir. Her ne kadar öyle düşünmese de bazı davranışlarda aklı ile düşünerek hareket etmemekte, tabiri caizse koyun gibi yönlendirilmektedir. İlk bakışta uygun görülmese de bunun- güvenliği sağlamada, kamu görevi niteliğinde bir iş olmasından dolayı ve mesleki eğitim açısından değerlendirilmesi yapıldığında aklın kullanılmasının özgürlüğüne böyle bir istisnanın getirilmesi, ‘belirli şartlar ve kurallar çerçevesinde’ mümkün olmalıdır. Bu şartlar değerlendirilmesini, ülkemiz hukuk sistemindeki bir anayasa normunun kısa bir değerlendirmesi ile ifade etmek istiyorum. Anayasamızın 137.maddesinde yer alan ‘kanunsuz emir’ başlıklı düzenleme ile astın kamu düzeni nedeniyle uyması gerekse bile mevcut sisteme ve akla uymadığını gördüğü takdirde itiraz edebilmesini söylemektedir. Yani bu devrede aklı kullanmak mevcut oluyor ve uyması gereken emir suç, yasaklı fiil, hukuka aykırılık vb. içerdiğinde buna itiraz hakkı doğuyor. Kanunsuz emir maddesi anlattığım bu husus ile tam olarak örtüşmektedir.
    İkinci ayrım ise bu sefer üstün- yani her türlü yöneticinin, toplumda yer edinmiş kişilerin sistem ile arasındaki sınırlamadır. Bunda ise şöyle bir şey görüyoruz. Bir ağır ceza mahkemesi üyesi olan hakim, insanları özgürlüklerinden mahkum etmekle yetkilendirilmiştir. Suçların cezaları mevcut düzenlerde genellikle yukarıda da anlattığımız toplumun ortak akıl ve reaksiyonlarıyla bağdaşık olurlar. Ancak bu hakim cezaların çok ağır olduğunu ve insanlara yönelik olmadığını düşünmektedir. Şayet bu onun subjektif değerlendirmesi konumundadır. Kamu görevini haiz eden bu hakim, aklın unsuru olarak ortaya çıkmış cezalara riayet etmelidir, her ne kadar aklı bunun aksini söylese de uymak durumundadır. İşte burada bir istisna görüyoruz ki Kant, bu hakime düzene uymakla birlikte özgürce eleştirebilme, yerine daha iyisini getirme fikirlerine sahip olabilme özgürlüğünü de tanımıştır. Bu hakim, cezalar verirken aklını tamamen ortadan kaldırmamaktadır. Yine elinde bir düşünme özgürlüğü, kendince ideale ulaşma fikri bulundurma hakkı tanınmıştır. İkinci aklı kullanma konusundaki istisna sınırlamamızı ise bu şekilde anlatabilirim.
    Aklı bilginin kaynağı gördüğünden ve yukarı da bahsettiğimiz ölçüleriyle Kant, bir doğal hukuk yaklaşımcısıdır. Kant açısından ve şahsi düşüncelerimle, aydınlanmanın ne olduğu hususunda, makaleden bu çıkarımları yapabilmekteyim.

  26. İnsanın başlangıçtaki iyi yada kötü olması veya başka bir deyişle kötülüğü sonradan öğrenip öğrenmemesi konusu herkes için geçerli olacak şekilde kesin yargıya varılabilecek bir olgu olmadığının yanı sıra doğa durumu hakkında genelleme yapmanın daha olası olduğunu söyleyebilirim. Bu doğa durumunda her insanın eşit ve özgür olduğu düşüncesinden farklı bir düşünceyi kabul edememenin de bu düşünceyi, doğa durumunun genelleme yapılabilmesi düşüncesine, savunmada önemli bir etken olması kuşkusuz dikkate alınması gereken bir noktadır benim açımdan. Diğer yandan doğa durumunun bu temel niteliklerle ilişkili olmasının yanısıra insanların iyiliği veya kötülüğü sonradan öğrenip öğrenmediği kanısına, buna bağlı olarak toplumsal sözleşme yapmaları/ yapma zorunluluğu hissetmelerini ortaya koyabilmek adına Locke’un üzerinde durduğu korku halinin de ötesinde insanların limitlerinin zorlandığı anları hesaba katarak değerlendirme yapmanın daha verimli olacağını düşünmekteyim. Şöyle ki açlıktan ölecek bir kimsenin elinde bir ekmek tutan kişiye şiddet uygulayarak elinden ekmeğini almasını kötülükle bağdaştırırken kötülüğü yapan açısından subjektif değerlendirme de yapabilecek miyiz? Yani ölmemesi için şiddet kullanmasını ne dereceye kadar kabul edebiliriz veya edemeyiz? Acaba toplum kendi içinde sözleşme yaparken veya erki temsilciye devredip bir kısım hakları ( korunma hakkı gibi) kazanırken ve bir kısım hakkını devrederken (nispeten özgürlük gibi) sadece mülkiyet açısından değerlendirecek olursak kendi mülkünü korumaya çalıştığı esnada yani bu sözleşmelerin yapılmasını onayladığı anlarda, acaba kendisi de doğa durumu halinde başkalarına yapabileceklerini öngörebildiğinden ve kendisinin yapabileceği ve çatışma hali yaratabileceklerinden yola çıkarak bu durumlara benzer çatışma halleriyle karşılaşmamak adına bu sözleşmeleri de onaylıyor olabilir mi?Bunları olumlu cevaplamamız halinde insanın doğası gereği kötülük yapabileceği gerçeği, bu kötülüğü de özellikle içinde bulunulan şartlara göre değişiklik göstereceği de anlaşılmaktadır.

  27. Bir hukuk kuralı ne zaman / hangi koşullarda haksız / adaletsiz olur? Adaletsiz bir hukuk kuralına, hukuken uymak yükümlülüğü var mıdır?

    Bir hukuk kuralının toplumun içinde uygulanması,yerleşmesi ve yaptırımın sağlanması devlet aracılığıyla gerçekleşmektedir.Devlet dediğimiz yapı Rousseau’nun toplum sözleşmesinde de ayrıntılı izah edildiği üzere toplumu oluşturan bireyler temel haklarını,özgürlüklerini güvence altına almak amacıyla belli bir ortak paydada karşılıklı sözleşme ile sınırlandırarak devlet denen yapıyı gerçekleştirdiği kabulünde; kişiler sözleşmede karşılıklı eşit ve özgür iradeleriyle insan doğasının gereği olan özgürlüğü ,mülkiyet hakkı ve yaşam hakkının hakkını karşılıklı, eşit sınırlar içerisinde sınırlandırarak bir sözleşme yapılır.
    Devlet yapısının oluşturulmasının amacı insan doğasından gelen birbiriyle çatışabilecek rekabetçi bir ortamda kaotik çatışmayı önlemek ancak toplumsal uzlaştırmanın belirlediği sınırlar içerisinde hakça uygulanması devletin görevidir.
    Toplumsal sözleşmenin temel ilkelerine bağlı oluşturulan bir hukuk kuralında sözleşmeyi oluşturan tarafların eşit hakları olduğu kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak, bir hukuk kuralının belli bir sınıfı, grubu veya ekonomik gücün farklı çıkar ve amaçları uğruna hareket eder veya bu yönde hukuk kuralları getirir ,uygulanmasında farklılık gösterir ise hukuk kuralının toplumsal sözleşme amacından uzaklaşarak adaletsiz bir hukuk kuralı getirilmesi ve uygulanması gerçekleşebilir.

    Gerçekten de toplumu oluşturan herkes eşit ve özgür olduğuna göre, insanlar doğalarında var olan nitelikleri de göz önüne alındığında sürekli bir rekabet hali içinde olacaklardır. Rekabet hali kaotik bir ortam yarattığı içindir ki, can ve mal güvenliği olmayacak kamu düzenini sağlamak üzere devlet kurulacaktır. Hobbes’a göre kuruluş nedeni barışı sağlamak ve sürdürmek olan haksızlık yapamaz. Locke’un doğa durumunda insanlar; yaşam, özgülük ve mülkiyet şeklinde üç temel hakka sahip iken mülkiyet hakkına tecavüzler başladığında, haksızlığa uğrayan kendisine haksızlık edeni yine kendisi cezalandıracağı için bir savaş hali kaçınılmaz olacaktır.

    Rousseau’nun siyasal düşüncesinin merkezinde özgürlük ve eşitlik sorunu yer alır. Doğa durumundan kopup toplumsal duruma geçildikten sonra özgürlük ve eşitlik durumu yerini, bağımlılık ve eşitsizlik durumuna bırakmıştır.
    Locke’un teorisinde ise, temel kuruluş amacı hak ve özgürlükleri güvence altına almak olan ve salt bunun için yetkilendirilmiş bir iktidarın, bu iktidarını belirlenen biçimde kullanmaması halinde bireylere direnme hakkı tanınmıştır.
    Hobbes’ın kuramında temel hak olan yaşam hakkı, iktidarı sınırlandıran niçin yetkilendirildiğini kendisine hatırlatan sınırı teşkil etmektedir.
    Her üç düşünürde de ortak olan, doğa durumundaki eşitlik ve özgürlük hali nedeniyle, bireylerin bir araya gelerek yaptıkları sözleşmenin hak ve özgürlükleri tamamen ortadan kaldıracak nitelikte olmasını beklemenin pek mümkün görünmediği sonucuna ulaşılmıştır.

    Nitekim adaletin uygulanması kişilerin temel haklarından olan yaşam hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlük haklarının karşılıklı sözleşme gereği kişilerin belli bir sınırı olduğu gibi devletinde bir sınırı olduğu, devlet iktidarının mutlak olmadığı bazı sınırlamalara tabi olması gerektiği konusunda fikir ileri sürüp, bu sınırlamaların kaynağını kişi hak ve özgürlükleri olarak gösteren doktrin tabii hukuk ekolü ile doğmuştur.

  28. Aydınlanma nedir makalesi
    İnsanlar kendisine söylenenler dışına çıkmadan söylenenleri yaptığı sürece aydınlanamayacaklardır.Bu söylenenleri cesaret edip sorguladıklari vakit ulaştıkları sonucu gerçekleştirme cesaretinde bulunduklarında aydınlanmış olacaklardır.Orta Çağ döneminde kiliseler ne derse insanlar sorgusuz sualsiz bunları gerçeklestiriyorlardı gerçeklestirmeyenler ise dinden çıkartıyorlardı veya büyük cezalar alıryorlardı.Kiliselere boyun eğmeyip kiliselerin söylediklerini tartısmaya başladıklarında artık kiliselere olan güven zayıfladı ve insanların değeri artmaya başlamıştır.Bundan sonra avrupada büyük gelişmeler başlamıştır bilime ve deneye olan önem artmıştır işte insanlar buna cesaret edebildeklerinde insanların gelişmesi olacaktır ancak cesaret edemedikleri zaman bir nevi köle olarak kalmaya devam edeceklerdir.

  29. Toplum sözleşmesi kavramı; siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi gibi farklı disiplinlere kaynak oluşturmuş, üzerinde çokça düşünülmüş olan bir kavramdır. Birçok düşünür, bu kavram üzerine farklı yorumlar getirmiştir. Bunlardan ön plana çıkanları ise Hobbes, Locke ve Rousseau’nun düşünceleridir. Üç düşünür de, teorilerinde ‘Doğa durumu’ kavramından söz etmiş ve doğa durumundan toplum durumuna geçişin bir ‘toplum sözleşmesi’ ile gerçekleşeceğini savunmuşlardır.
    Doğa durumu, niçin toplumsal duruma geçildiğinin ve ‘devletin’ kökeninin ne olduğunun çözümlenmesi amacıyla ortaya atılmış bir kavramdır. Üzerine felsefi açıdan farklı açıklamalar getirilmiştir. Bu açıklamalar çerçevesinde doğa durumu açısından üç ihtimal vardır: kaos hali, nötr durum ve düzen durumu. Ancak; insan, doğa durumunda içgüdüleriyle yaşayan, davranışları koşullara göre değişim gösteren bir varlık olduğu için bu üç durumdan biriyle kısıtlamak mutlak olarak doğru olmaz. Bir insan, diğer bir insanın acı çektiğini gözlemleyip empati yoluyla, bu acının istenmeyen bir durum olduğu sonucuna vararak bazı etik ve ahlak değerler oluşturmuş ve çevresindeki grupla beraber bu değerleri benimsemiş olabilir. Pekala bu grubun davranışlarından sapma gösterenler de olabilir. Başka bir bölgede, yiyecek bulmanın zorluğu ve ağır koşullar sebebiyle insanlar saldırganlaşmış ve bir savaş hali içinde yaşıyor olabilir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda ‘doğa durumu’ kavramı üzerinde genelgeçer bir kabul sağlanabileceğini sanmıyorum . Fakat tarım dönemine geçişle birlikte ‘mülkiyet’ kavramının ortaya çıkışı bir ‘kaos’ ihtimalini tetiklemiş olmalı. Çünkü insanlar, mülkiyetlerindeki araziler üzerinde emek yoluyla ürünler elde edip; bu ürünlerin bir kısmıyla ihtiyaçlarını karşılamakta, kalan artı değerlerle başka nesnelerin mülkiyetini edinmeyi ve bu yolla statü kazanmayı amaçlamaktadırlar. Ancak, verimsiz toprakların bulunduğu bölgelere yerleşmiş olan gruplar, bu statülerden mahrum kalarak ya güçlülere boyun eğecek ya da kaos durumuna sürüklenecektir. ‘Eşitlik’ ve ‘var olma, yaşama hakkı’ bir doğal hak ise mülkiyetin olduğu yerde bu haklardan söz edilemez. Mülkiyetin doğal bir hak olarak kabul edildiği toplumda, belirli bir grup için eşitlik ve yaşam hakkı görünüşte mevcut olsa da tüm insanları kapsamadığı için işlevini yerine getirdiğinden söz edilemez. Dolayısıyla eşitlik hakkının kabul edildiği bir durumda, mülkiyet hakkının doğal bir hak olduğundan söz edilemez; aksi halde bir çelişkiye düşülmüş olur.

  30. John Locke ve Direnme Hakkı
    John locke’a göre insanların doğa durumundayken yaşam, özgürlük, mülkiyet olmak üzere üç temel hakkı vardır ve devlet, insanlar tarafından bu üç temel hakkı korumak için kurulmuştur. İnsanların devleti kurmaktaki başlıca amaçları canlarını, mallarını ve özgürlüklerini korumaktır ve tabi ki bu temel hakları korumak için kurulan devletin de bu haklara dokunması yasaktır.
    Peki ya temel hakların ihlal edilmesi, tiranlığın ortaya çıkması durumunda yani devlette hukukun kalmadığı, iktidarda olan kişilerin keyiflerine ve açgözlülüklerine göre hareket ederek toplumu yönettikleri durumlarda insanlar ne yapacaktır?
    Böyle bir durumla karşı karşıya kalan ve verilen sözlerin yerine getirilmediğine çoğu kez şahit olan, hakları çiğnenen toplum, elbet bir gün bu duruma karşı çıkacak, haksızlıklara karşı direnmeye başlayacaktır. Peki insanların bu duruma karşı çıkma hakkı, direnme hakkı var mıdır? Direnme hakkı bir hak mıdır?
    Direnme hakkı sözleşme yapmanın mantığı gereği bir haktır çünkü İnsanlar devleti kurarken bir anlaşma yapmışlardır ve bu anlaşmanın da tabi ki belirli şartları mevcuttur ve bu anlaşmanın yapılmasında da temel bir amaç söz konusudur. Bu temel amaç için yapılmış olan anlaşma, eğer temel amacına aykırı olarak işliyorsa ortada bir anlaşmanın varlığından da artık söz edilemeyecektir yani toplum bu anlaşmanın toplum tarafına sorumluluk yükleyen görevlerine artık uymak zorunda olmayacak yani itaat etme yükümlülüğü ortadan kalkacaktır ve toplumun yapılan haksızlıklara karşı kendini koruma, direnme hakkı meşru olacaktır.
    John Locke da kendi düşüncesinde direnme hakkının, insanların doğal hukuktan kaynaklanan temel ve meşru bir hakkı olduğunu ifade etmiştir.

  31. İnsan doğası gereği akıl sahibi ve düşünen bir varlıktır. Çocukların daha fazla düşünüp sorguladığını görüyoruz belli bir zaman sonra sorularına tam anlamıyla cevap bulamadığında sorgulamayı bırakıyor. Geçen haftalarda da felsefenin ne olduğunu konuştuğumuzda verdiğimiz cevaplardan bir tanesi düşünmek olmuştu. Bazı konularda her ne kadar farklı teoriler ortaya atılsa da tam anlamıyla ikna edici cevaplar bulamayabiliyoruz. Bunlardan bir tanesi varlık. Insan yaratılışı gereği her şeyin temelini sorgulayabilir en basitinden da bir kek bile kendi kendine var olmaz içine belli bir malzemeleri koyacak keki pişirecek bir usta gerekir. Varlığın temelini sorguladıkları gibi hukukun da devletin de temelini sorgulamışlardır.

    Devletin kökenini sorgularken kullandıkları doğa durumu kavramı da her şeyin bir temeli olması gerekliliğinden doğmuştur. Doğal hukuk düşünürleri aklın ve bilmin yetmediği durumlarda bir şeyleri açıklamak için soyut kavramlar da kullanmışlardır. Doğa durumu kavramı da aslında varsayımsal bir kavramdır. İnsan her zaman var olan şeylerin kaynağını araştırmıştır. Ancak insan aklının aynı konularda farklı düşüncelere ulaşmaları nedeniyle ortak bir “doğa durumu” tanımı da yapılamamıştır.
    Toplumsal sözleşme düşüncesini savunan düşünürler de doğa durumunu farklı kavramlarla açıklamış aynı tanım üzerinde mutabık kalamamışlardır. Felsefe de bunu gerektirir ki bizlerin de bazı kavramların temelini sorgularken belli sorulara cevap ararken tek bir düşünce etrafında birleşmemiz mümkün görünmüyor.

  32. Doğa durumu kavramı insanların toplum halinde yaşama aşamasından devletleşmesine evirilmesini anlatan bir kavramdır. İnsanların yaşamlarını sürdürürken birbirleri ile iletişim halinde olması bazı ihtiyaç ve kuralların doğmasına sebep olmuştur. Buradaki ihtiyaçlara değinilecek olursak insanlar yaşamlarını sürdürürken korunma, barınma, kişi haklarına sahip olma gibi ihtiyaçlar doğmuştur. Bu ihtiyaçlarını ortak paydada giderebilmek için aralarından birini seçip bu kişiye haklarından bir kısmını sözleşme ile devretmişlerdir. Bunun sonucunda devlet kavramı ortaya çıkmıştır. Devredilen bu hakları korumak ve düzenlemekle devlet yükümlü olmuştur. Devlet bu yükümlülüğünü kurallar koyarak düzenlemeye çalışmıştır. Kuralların devlet tarafından düzenlenmesi her zaman kişiler bakımından adil sonuçlara yol açmamıştır. Kimi zaman devletler otoriterleşerek halk üstünde baskı kurmuştur. Koyulan kuralların adil bir şekilde yapılabilmesi için halkın temel hak ve özgürlüklerine dokunmayan kurallar olması gerekir. İnsanlar ilk başta haklarını devrederken bu kısım için şerh düşerek devretmişlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin korunduğu kurallar daha adil ve hakkaniyetli olur. Temel hak ve özgürlüklerine karışıldığı vakit insanların bir direnme hakkı olmalıdır. Direnme hakkı halka verilen bir hak olmalıdır ama bunun da sınırları olmalıdır. Direnme hakkı, iktidarın temel hak ve özgürlüklere karşı yapacağı hukuk dışı hamleler için halkın kullanabileceği bir haktır. İnsanlar direnme hakkının kapsamını geniş yorumlayarak iktidarın koymuş olduğu her kurala karşı ileri sürerse kaos ortamı yaratabilir. Böyle bir kaos ortamının olmaması için direnme hakkının sadece temel hak ve özgürlüklere karşı kullanılması daha mantıklı olur.

  33. Bir hukuk kuralı hakedene hakettigini vermediği , aynı durumda olanlara aynı sonuçların ortaya çıkmadığı zaman adil olmaz. Zaten adil olmakta hakedene hakettigini vermektir. Buda dürüst olmakla, liyakatli kişilerin iş başında olmasıyla sağlanır. Bu bağlamda hukuki belirlilik ve hukuki güvenlik ilkesi ön plana çıkar. dünyanın en iyi hukuk sistemini de oluştursaniz adaletli değilse herkese farklı uygulanıyorsa hiçbir anlam ifade etmez. Sadece anayasalı bir devlet olarak ifade edebiliriz biraylerin adalet duygusu örselenmiş bir devlet için. Zaten bireylerde bir müddet sonra hak arayışlarını farklı yollardan arama çabasına giriseceklerdir. Adil olmayan hukuk sisteminde böylece hukuk kuralı spontan olarak uygulanmama sonucuyla karşılaşmış oluruz. Böyle bir ülkede hukuki güvenlik ,belirlilik kendini öyle net gosterirki adalete olan güvenden ötürü kişiler dava açmadan uzlaşma yoluna giderler. Usul ekonomisine katkıda bulunurlar böylece açılan başka davalar bakımından da daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Özet olarak adil olmayan hukuk zamanla kendiliğinden uygulanmayacaktır.

  34. DİRENME BİR HAK OLABİLİR Mİ?
    Ben bir hak olabileceği görüşündeyim. Her şeyden önce direnmenin insanın doğasında olduğunu düşünüyorum.Bununla beraber devletin kararlarında keyfiliğin ön plana çıktığı hallerde bireylerin direnme hakkı olmalıdır. Lakin bu hak sınırlı ve ölçülü kullanılmalıdır aksi halde kamu düzeni ve güvenliği bozulabilir.

    DOĞA DURUMU
    Bu kavram devletin varlık nedenini/temelini açıklama ihtiyacından doğmuş varsayımsal bir kavram. İnsan akıl sahibi olduğundan ve farklı fikir, durum, sonuç üretebildiğinden dolayı ortak bir ‘doğa durumu’ tanımına varmak pek de mümkün değildir. Nitekim makalede yer alan filozoflardan Hobbes ve Rousseau her ne kadar devletn temelini açıklamak için aynı yoldan gitseler de farklı devlet anlayışları ortaya koymuşlardır. Bunun temel nedeni ikisinin de doğa durumu hakkında aynı görüşte olmamalarıdır.

    Elif Ayhan

  35. “LOCKE VE ROUSSEAU’NUN DOĞA DURUMU VE MÜLKİYET ANLAYIŞLARININ KARŞILAŞTIRILMASI” MAKALESİNE DAİR DEĞERLENDİRMEM:
    Makalede Locke ve Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorilerine ve insanları bu sözleşmeyi yapmaya iten nedenlerin ne olduğuna değinilmiştir. Hem Locke hem de Rousseau’ya göre insanın bir doğası vardır. Her ikisi de insanların doğaları gereği iyi olduğu ve kötülüğün temelde doğalarında bulunmadığını ifade etmiştir. Lakin mülkiyet anlayışları bakımından farklılaştıkları görülmektedir. Locke’a göre mülkiyetin ortaya çıkması sonrasında kuralların bulunmaması nedeniyle ortaya çıkabilecek olan sıkıntıların önlenmesi ve mülkiyetin de korunması amacıyla insanlar sözleşme yapma gereği duymuşlardır. Bu sözleşmenin yapılmasıyla sadece mülkiyet hakkı da korunmayacak ayrıca toplum da uygarlaşacak ve özgürleşecektir. Rousseau’ya göre ise mülkiyetin ortaya çıkması insanların doğal durumu olan iyilik haline son verecek, kötülükler baş göstermeye başlayacaktır. Çünkü özel mülkiyet eşitsizliği de beraberinde getirir. İnsanlar kendi mülkiyetlerini korumak için sözleşme yapmak zorunda kalmışlardır. Bu yönleriyle farklı mülkiyet anlayışlarına sahip oldukları görülmektedir. Lakin bakıldığında mülkiyetin doğal bir hak olduğu anlaşılmaktadır. Devlet de mülkiyetin ortaya çıkması sonrasında yapılan toplumsal sözleşmelere bağlı olarak ortaya çıktığına göre onun da doğal hukuk düzeninden çıktığını söylemek kanaatimce yanlış olmayacaktır.
    Locke ve Rousseau’nun teorilerini karşılaştırdığımda Rousseau’nun teorisinin şu anki bilgilerim doğrultusunda daha gerçekçi geldiğini belirtmek isterim. Günümüzde ‘eşya hukukunun’ temelinde mülkiyet hakkı yatmaktadır. Onun dışında ceza hukuku açısından bakılacak olursa bazı suçların mülkiyet hakkını (özel mülkiyet) koruduğu görülmektedir. Dolayısıyla buradan mülkiyet hakkının ne denli korumaya değer ve önemli bir hak olduğunu çıkarmak mümkündür. Bu kuralların konulmasının her birinin temelinde aslında geçmişte mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan ihlaller yatmaktadır. Çünkü mülkiyet hakkının ortaya çıkmasıyla beraber eşitsizlik de belirginleşmiştir. Feodal dönemde toprak sahibi olan soylular; topraklarında çalışan ve hiçbir hakkı da bulunmayan serfler vardı. Bu aslında eşitsizliği en net görebildiğimiz örneklerden biridir. İşte mülkiyet hakkının ortaya çıkmasıyla beraber hak sahipleri de haklarını korumak için kurallar koymak zorunda kalmışlardır. Yani aslında benim de kanaatime göre mülkiyet hakkı sonrasında Locke’un dediği insanların doğasında bulunan iyilik ortadan kalkmasa da kurallardaki boşluğu ortadan kaldırmak için toplumsal sözleşme yapılmamıştır. İnsanları sözleşme yapmaya iten şey onların mülkiyet hakkını koruma gereği duymalarıdır. Çünkü insanlar arasındaki eşitsizlikle birlikte mülkiyet hakkının sahipleri de haklarını kaybetme korkusuyla yüzleşmişlerdir. Yani makalede ele alınan iki düşünürden Rousseau’ya daha yakın olduğumu tekrar belirterek sözlerimi noktalıyorum.

  36. Baskıya Karşı Direnme Hakkı adlı metine ve soru 5’e ithafen,
    Direnme Hakkının bir hak olup olamayacağı hususunda ilk öncelikle mevcut iktidarın meşruiyetini kaybettiği hususlarda, anayasal hakların zedelendiği, devlet otoritesini zorbalık,faşizanlık ve şiddet ile meşru kılmaya ve sogulanmamasını sağlıyorsa,belli bir azınlık kesimini veya çoğul kesimini aşağılayıcı,asimile edici şekilde ve “kimlik soykırımı” yapmaya çalışıyorsa direnme hakkı tabi ki bir hak olmalı ve korunmalıdır. Bunlar sadece sayılabilenler.Devletin, vatandaşlarını mağdur edebileceği tonlarca daha şey sayılabilir. Yalnız metinde de denildiği gibi bunu bir hak olarak görmek mantıklı iken normatif hale dönüştürüp kanuna veya anayasaya eklemek bir o kadar da zordur. Hangi hususta devletin bu ihtilal ile karşı karşıya kalacağını devletin kendi belirlemesi biraz absürt ve zor olacaktır. Somut olaya yorumlanması devletin vatandaşıyla olan binlerce farklı kanaldan iletişimini ve yaratılacak mağduriyetlerin hepsinin yazılması zor olacaktır. Nitekim genelgeçer bir kanun maddesi konulmalı ve direnme hakkı anayasal bir hak olmalıdır. Sivil İtaatsizlik konusuna gelecek olursak eğer en az direnme hakkı kadar meşru gördüğüm bir haktır. Metinde “… içinde yaşanılan sistemi meşru kabul etmekle
    beraber yapılan haksız ve adaletsiz uygulamalara karşı yasal yolların tükendiği
    noktada şiddete başvurmadan…” dediği yerde açıkladığı gibi şiddete dayanmaması ve şiddetin sivil kanattan devlet organlarına karşı gelmesinin anarşist veya terörist bir bakış açısı ile karşılaşacak olması gibi hususlar konusunda hak kazanılıyor aslında.Ayrıca normatif hukuk kurallarına da gayet bağlı ve yasal yolları tüketmiş olmaları da bir hak kazanımı.Peki yasal yolları tüketmiş ve hala sistem yasalarına ve uygulanış biçimine olan şikayetlerin susturulması doğru mudur? Elden bir şey gelmiyor demesi doğru mudur? Boğaziçi Eylemlerinde “…hukuk devleti idesinin içerdiği
    üstün değerler uğruna, kamuya açık ve yasaya aykırı olarak gerçekleştirilen, bu
    sırada üçüncü kişilerin daha üstün bir hakkını çiğnemeyen, barışçıl bir protesto
    eylemi…” olarak görmedik mi? Bunu sivil itaatsizilik diye çiğnemek ve hakkı olmadığını düşündükleri için adaletsizce tutuklamalar yapmak da o kişilerin kendini savunmasına ve protesto etme özgürlüklerine karşı devlet eliyle gelen, meşru olmayan faşist bir yaklaşım değil miydi? O sebeple Sivil İtaatsizliğin de bir hak olması gerektiğini düşünüyorum.

  37. John Locke doğa durumunda insanların eşit ve bağımsız olduğunu ve bu durumun devam ettirilmesi için bir doğa yasasının varlığından bahseder. Açıkçası böyle varsayımsal bir durumun veya dönemin varlığına kanaat getirerek felsefi argümanlarına dayanak olarak alması (Hobbes ve Rousseau’da da benzer tavır söz konusu) bana biraz tuhaf geliyor. Doğa yasasını ihlal edenlerin, cezalandırma hakkına sahip diğer insanlar tarafından cezalandırılacağını da söyleyen Locke bu hakkın her insanın kendisine verildiği iddiasındadır. Pekala, “doğa yasası”nı ihlal ediyor/lar diyerek diğer insanların cezalandırma hakkına dayanarak ceza vermeleri bir süre sonra kaosa yol açmaz mı? Bana göre, eşit olan insanın eşit olan diğer insanı cezalandırması her koşulda huzursuzluğu ve kaosu beraberinde getirecek, Locke’un söylediği gibi doğa durumunda dahi mutluluktan söz etmek mümkün olamayacaktır.

    Locke’a göre, insanların özgürlüğü için uygun bir ortam yaratan mülkiyet hakkının varlığı aynı zamanda uygarlaşma sürecini de başlatacaktır. Bununla birlikte, Rousseau’nun mülkiyet hakkına bakış açısı Locke’dan oldukça farklıdır. Ona göre, mülkiyet insanların doğa durumunda sahip oldukları özgürlüklerini elinden alır. Bir toplumsal uzlaşı ile hukuk sisteminin oluşturulması insanların özgürlüklerini garanti altına almak içindir.
    O halde, “özel mülkiyetin olmaması insanın özgür ve eşit olmasını sağlar”. Oysaki özel mülkiyetin olmadığı sosyalist/komünist devletlerde insanların özgür ve eşit olduğunu söylemek gerçekçi olmamakla birlikte insanların doğuştan getirdikleri mülkiyet hakkını ortadan kaldırmanın bir süre sonra işlemeyeceğini, tarih tüm insanlığa göstermiştir. Özel mülkiyeti yok etmenin insanları eşit ve özgür olmasını sağlaması bir yana politbüro oligarşisinin çok daha fazla zenginleşmesine ve güçlenmesine yol açtığını da görüyoruz.

    201851611
    Ali Kerem SOMUNOĞLU

  38. İnsan özünde iyi ya da kötü değildir. İnsan yapısı çevresine göre şekillenir. Çevresinde kan, ölüm, zulüm gören insanların yapısında silahlanma olgusu ve hayatını bununla idame ettirebileceğine yönelik duyduğu inanç ; modern toplum insanın hayatını nasıl idame ettireceğine yönelik duyduğu inançtan farklıdır. Buradan hareketle insanın kökeninde yani yaratılışından kaynaklı bir kötülük ya da iyilik yoktur. Bu insan olgunlaşmaya başladıkça ortaya çıkar. Çevresindeki yapıdan bağımsız düşünülemez. Hayatını hayvanları avlayarak idame ettiren insanın hayvan avlamaya karar verdiği anda kötülük serüveni başlar. Her hayvan öldürdüğünde de bu serüven devam eder. İçinde bulunduğu durum itibariyle de hayatının devamını sağlayabilmek adına öldürmesi de gerekmektedir. İnsanlar topraktan faydalanmayı da öğrendiklerinde, meyve ve sebze yetiştirebilmeyi öğrendiklerinde hayatlarını farklı bir biçimde sağlayabildiklerini görmüştür. Bu da aynı zamanda mülkiyet kavramını gündeme getirmiştir. İnsan mülkiyet edinmeye karar verdiğinde içinde hayatını sağlayabilmek için uygun bir ortam üzerinde sürekli olarak bulunabilme arzusu ile hareket etmiştir. Ama daha sonra kendi mülk edindiği alandan dilediği verimi alamadığında, daha verimli olan alan arayışına girişmiş ve daha verimli olan alanlarda başka kişiler tarafından tutulmuş olduğundan bir çatışmaya itmiştir. Zamana büyük çatışmalar olmuş ve sonunda mülkiyeti koruyan kurallar oluşturmak istemişler ve mülkiyet hakkı gündeme gelmiştir. Mülkiyet hakkı olgusu bizim için hukuk kurallarının oluşmasını sağlamaktadır. Ayrıca mülk edinen insanlar farklı mülklerde yetişen ürünlerinde almak istediğinden paylaşma olgusu ve bunu sağlayabilmek için de birlikte yaşama olgusu ortaya çıkmıştır. Mülkiyet hakkının beraberinde getirdiği birlikte yaşama olgusundan da zamanla büyük metropoller oluşturmuştur. Büyüme gerçekleştikçe, nüfus arttıkça bireyler kendi çıkarlarını düşünmeye, bencilleşmeye başlamışlardır. Zamanla bu duygu modern dönem insanını kötülüğe sevk etmiştir. Kendi çıkarını düşünen insan için toplu yaşanan alanlar bir araç haline gelmiş ve hırsızlık olgusunun gelişmesini sağlamıştır.

  39. Sosyal sözleşme teorisiyle aslında insanların toplum halinde yaşamaya başlamadan önce doğa içinde bulundukları durum ile toplumsal hayat arasındakiyle ilgilenir. Buradan da akla toplumsal hayat nasıl olmadır sorusu gelir. Aslında Toplumsal sözleşmeciler insanların otoriteye neden uyduğuna bir cevap ararlar. Hobbes kendi hak ve yetkilerinden, başkalarının da aynılarından vazgeçmeleri şartıyla bir kişi veya kurula devreder. Ancak sadece sosyal sözleşmenin yapılması yetmez, aynı zamanda uygulanması da gerekmektedir. Aynı zamanda sözleşmeye uymayanların cezalandırılması için de bir güc gereklidir. Yani iktidar olmalıdır. Yani alsında hobbes barış için iktidarı yetkili tüzel kişi saymaktadır. Ona göre devlet suçun ne olduğunu belirtir ve suçu işleyenleri cezalandırır. Lock’a göre insanların yaşam , özgürlük ve mülkiyet hakları vardır ve nunlar devredilemez haklardır. Bunların temeli de dindir. Rousseau’ya göre ise hiçbir egemenlik kuvvete dayanmaz. Rousseau otoritrye neden uymamız gerektiğini de otorite aslında biziz diyerek açıklar. Kısacası Hobbes’un sunduğu çözüm mutlak monarşidir locke ise, insanın kimi temel haklara sahip olduğunu ve bu hakların hiçbir şekilde toplum ya da devlet tarafından sınırlanamayacağını iddia eder.Rousseau, şartları beğenmeyenin gidip doğa ortamına geri dönebileceğini de söyler.

  40. Doğa durumu kavramı, insanların devlet oluşmadan önceki hallerine, yaşamlarına dair bir kavramdır. Bazı düşünürlere göre doğa durumu insanlar için daha iyiyken bazı düşünürlere göre ise devletin oluşması daha iyi olmuştur. Doğa durumunda da insanlar devlet oluştuktan sonra olduğu gibi beraber yaşarlar. Ancak bazı sebeplerden dolayı devleti oluşturmuşlar, bunu bir gereklilik olarak görmüşlerdir. Doğa durumunun ne olduğu konusunda da doğa durumu hali insanların birlikte, beraber yaşadığı ama bazı sebepler yüzünden de insanların devleti oluşturduğu bir durum olması dışında uzlaşılabileceğini düşünmüyorum.
    Locke ve Rousseau, doğa durumunda mülkiyetin emek sonucunda oluştuğunu söylemişlerdir. Rousseau mülkiyetin insanların huzurlu yaşadığı ortamı bozduğunu söylerken, Locke mülkiyetin korunması sonucunda insanların huzurlu yaşayacağını savunur. Benim fikrime göre mülkiyet hakkı doğal bir haktır. Çünkü; her insan verdiği emek sonucunda bir şeyler elde etmek ister. Her insan doğduğunda mülkiyet hakkına sahip olarak doğmaz ama insan fıtratı, doğası gereği verdiği bir emek varsa onun karşılığında da kendisine bu verdiği emeğin faydasının olmasını ister. Mülkiyet bu yüzden doğal bir haktır.

  41. Doğa durumu insanlığın topluma dönüşmeden ve dolayısıyla devlet düzenine geçmeden önceki halini anlamaya yardımcı olan bir kavramdır. 3 filozofun da farklı düşüncelere sahip olmasından ve dolayısıyla her insanın bir kavramı, olayı farklı temellendireceği düşüncesinden ortak bir doğa durumu üzerinde uzlaşılamayacağı düşüncesindeyim.
    Rousseau, özel mülkiyetle beraber doğa durumundaki özgürlüğün yerini güvensizliğin aldığını söylemiştir ve aslında mülkiyetin doğal bir hak olmadığı düşüncesindedir. Evet herkesin emeğinin karşılığında bir malın mülkiyetinin sahipliğinin ona verilmesi adil gibi görünmektedir ancak insan mal sahibi oldukça kendisini daha üstün görecek ve bu da çatışma ortamını yaratacaktır. Ayrıca eğer bir kişi daha dünyaya gelmeden diğer insan onun elde edebilme ihtimalinin olduğu malın mülkiyetini kazanırsa buna yine de adil diyebilir miyiz?
    Bence bir hukuk kuralı o toplumun yaratmış olduğu ‘’adil’’ kavramının, o toplumun gereksinimlerini tam olarak karşılayamadığı noktasında adil olmaktan çıkar. Adaletsiz bir hukuk kuralına uyma yükümlülüğünün olmaması gerektiğini düşünüyorum, çünkü zaten kurallar, insanlığın olabildiğince adil yaşaması için ve insanın menfaatini sağladığı düşüncesi insanların kuralları kabul etmesine neden olmuştur. Eğer ihtiyaç karşılayıp, tatmin duygusu yaratmıyorsa kurallara neden ihtiyaç duyulur?

  42. Hobbes’a göre korku, Locke’a göre akıl, Rousseau’ya göre insanın toplum öncesi yaşantısında kendi özelliklerini yansıtabilmesi… Aslında nihai sonuç insanın güvende olması, mutlu ve iyi yaşaması. Doğa durumunun ne olduğu, nasıl ulaşılacağı ve nasıl korunacağı veya korunması gerekip gerekmediği konusu yine bağlama göre değişiklik gösterecektir. Toplumun yapısı, genetiği, kültürü, inancı, geleneği ve zihniyetine göre, hangi şartlarda iyi yaşayacağı değişiklik gösterir. Öyle bir kültür düşünelim ki, kuralcı ve sistematik olsun. Böyle bir toplumda en ufak bir kuralsızlık cezalandırılır ve kurallar işler olduğu sürece toplum refahta kalır. Örneğin trafik kurallarını ele alalım. Yollar, trafik ışıkları ve cezalar kuralcı bir toplum için dizayn edilmiş olsun. Böyle bir toplumda yapılacak en ufak bir kural ihlaline alışık olmayan bireyler açısından telafisi mümkün olmayan sorunlara yol açabilir. Örneğin kimsenin kırmızı ışıkta geçmediği bir düzende, kendisine yeşil yanan araç sürücüsü, herkesin kurallara uyacağına olan güvenle sağını solunu kontrol etme ihtiyacı duymadan geçer. O esnada, kırmızı ışık ihlali yapan bir araç olduğu durumlarda, herkesin duyduğu bu güven ölümcül kazalara sebebiyet verebilir. Kazalar nadir olur, ama ölümcül olur. Şimdi de bambaşka bir toplum düşünelim; kurallara uyulmadığı kanıksanmış, güven ortamının olmadığı bir düzen hayal edelim. Yine trafik kurallarından örnekleyelim ve bu sefer trafik kurallarının olmadığı, trafik ışıklarının dahi olmadığı bir toplum düzeni düşünelim. Böyle bir ortamda, istatistikler çok daha az sayıda ve daha az ölümcül kazaların kaydedildiğini gösterebilir çünkü kimsenin kimseye güveni yoktur ve herkes kendi önlemini kendi alarak maksimum seviyede tedbirle yol alır. İki toplum yapısı da farklı yöntemlerle kendi düzenini korumak amacı taşır. Burada belki de şu soruyu sormalıyız: kuralların asıl amacı disiplinli bir toplum yapısı kazanmak mıdır, yoksa mevcut düzende bireylerin sağlığını korumak mıdır? Şekil midir, içerik midir? Yöntem midir, amaca ulaşmak mıdır? Hem şekil hem amaç açısından bir dengeye/optimale nasıl ulaşılır? Her toplumun kendi optimali değişkenlik gösterir mi? Sonuç olarak, her toplumda bir optimal mümkünse bile, bu optimal yani denge noktasında şekil ve amaç oranı değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla, Hobbes’un “doğa yasaları değişmez ve ebedidir” demesiyle, Locke’un “doğa yasası her yerde aynıdır” demesi ama bu doğa yasasının içeriğini farklı izah etmeleri de, fikrimce, bundandır.

  43. Doğa durumu kavramı, devlet yapısı ve siyasal topluma geçişin en önemli faktörüdür. Rousseau, Locke ve Hobbes gibi düşünürler bu kavramın üstünde durmuşlardır.İnsanların arzuları ve temel ihtiyaçlarına göre hareket ettiği doğa durumu dönemi dilinde gelişip mülkiyet kavramını ortaya çıkarır. Locke mülkiyeti emek kavramıyla meşrulaştırırken Rousseau mülkiyeti eşitsizliğin temel sebebi olarak görür. Tıpkı doğa durumu ve insanın özü gibi konularda olduğu gibi mülkiyet kavramında da düşünürler fikir ayrılığına girmişlerdir. Şahsen benim fikirlerine katıldığım düşünür makalede adı geçmemesine karşılık Hobbes’dur. Doğa durumunda insanların kaos ve savaş hali içerisinde olup devlet kurumunun bu sebepten zorunlu hale gelmesi bana daha mantıklı geliyor. Özellikle Rousseau’nun tasvirinde ki ağaç kovuklarında uyuyan hiçbir yere bağlılığı olmayıpta huzur içerisinde yaşayan insanlar oldukça ütopik bir düşünce. Mülkiyet kavramına gelecek olursak; Locke doğa durumunda yeryüzünü tüm insanların ortak malı sayıp birlikte kullanımına verildiğini düşünüyor. İnsanların emekleri dahilinde kazanç elde edip özel mülk sahibi olmalarını doğal bir hak olarak görüyor. Bu şekilde düşünüp aynı zamanda diğer insanlara da yetecek kadar pay bırakılması ve emek ile kazanılması gibi sınırlamalarda getiriyor. Bana kalırsa Rousseau ‘nun mülkiyet görüşlerinden çok daha mantıklı fakat paranın varlığı Locke’un düşüncesini anlamsız kılıyor. Rousseau mülkiyet kavramı, doğa durumu ve insanın özü konularında Hobbes’a zıt düşüncelere sahip olmasına rağmen mülkiyet kavramının ortaya çıkardığı ve çıkarabileceği sorunların çözümünü ararken insanın özünün tıpkı Hobbes’un açıkladığı gibi kabul ederek Locke’un mülkiyet konusundaki fikirlerini eleştiriyor. Ve daha birçok kez yaptığı gibi yine kendi fikir ve düşünceleriyle çelişiyor

  44. Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması
    Soru 1: ‘Doğa durumu’ kavramının işlevi nedir? Onun ne olduğu üzerinde uzlaşılabilir mi?
    Cevap1:Doğa durumu kavramının işlevi toplumda ayrım yapmaksızın herkesi özgür kılmak, eşit imkan sunmak, başkasından bir şey istemeksizin ya da başkasının iradesine bağlı olmaksızın doğa yasasının sınırları içinde yaşamayı sağlamaktır.Doğa durumu üzerinde genel olarak uzlaşılan konular eşitlik ve insanın iyi olmasıdır gerek Rousseau gerek Locke doğa durumu halinde insanların eşitlik ve iyi olduğunu belirtmektedir…Lakin Rousseau, insanlar bir araya gelerek oluşturdukları toplum durumunda ise Hobbes’un insanın insana kurt olduğu düşüncesini de onaylamış olmaktadır.Ben bu görüşe katılıyorum çünkü toplum oluştuğu zaman ortaya ihtiyaçlar ve insanlar arasında etkileşimler çıkacak ihtiyaçlar ve etkileşimler çıktığı zaman ise herkes kendi çıkarını gözetecek.Bunu günümüzdeki Köy ve Şehir insanları arasındaki yardımlaşma ve iletişimden anlayabiliriz.
    Soru 2: Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Nasıl gerekçeklendirilebilir?Soru
    Cevap2: Mülkiyet doğal bir haktır bu neticeye Possessiondan ulaştım. Possession doğar doğmaz hiçbir eylem gerekmeksizin herkesin eşit olarak sahip olduğu haklar bütünüdür.Possesion için mülkiyet doğal haktır diyebilirim ama property için bu mümkün değil.Property için insanın kendisi üzerinde sahipliği, bedeni ve elleriyle yapacağı eylem sonucunda şeyin maliki olacaktır.Doğal olarak insanın emeğini kattığı şey, onun özel mülkiyetini oluşturacaktır..
    Bu makale hakkında refleksif düşüncem:Genel olarak Rousseau ve Locke un eşitlik konularına katılmakla beraber insanların serbest ve tamamen özgür olması durumunda ortaya bir anarşi bir düzensizlik çıkacağı kanısındayım bu yüzden ortada düzeni sağlayacak,kişilerin mülkiyetlerini koruyacak akıl ile idare edilen bir iktidara ihtiyaç vardır.Rousseau nun toplumla ilgili yorumlarına katılıyorum toplum ortaya çıkması ile insanlar samimiyetten uzaklaştılar.İnsanlar toplumun dayattığı kalıplar içinde kalmaya çalışıyorlar.Dışarıdan özgür olarak gözükmemize rağmen bu kalıpların dışına çıkamıyoruzz böylelikle kölelik yokmuş gibi gözükse de bizim için mevcudiyetini korumakta.
    Leon P. Baradat ın bahsettiği şu durum hakikaten çok doğru “Devlet mülkiyeti değil, mülkiyet devleti yaratmıştır.”
    Ahmet VURAL 201851181

  45. Üç filozofta siyasal düşüncelerini bir doğa durumu varsayımı ile ortaya koymaktadırlar.
    Doğa durumu, siyaset felsefesinde kullanılan bir kavram olarak toplum sözleşmesi öncesinde, yani kurulu bir devlet sistemi olmaksızın insanların içinde bulunduğu düzenin ne olduğu veya ne olabileceğine ilişkin sahip olduğu nitelik, hem sözleşmenin yapılış amacının ortaya konulabilmesini sağlaması; hem de sözleşmenin esaslarını ve sözleşme sonrası kurulacak yapının belirlenebilmesi açısından önem arz etmektedir.
    Bireylere yaptırım gücü uygulayacak bir üstün otoritenin bulunmadığı durum olarak betimlenen doğa durumunu üç filozof farklı şekillerde tanımlıyor.
    Hobbes: Herkesin herkesle savaş halinde bulunduğu, sürekli şiddet, ölüm korkusu ve tehlikesi içinde olduğundan dolayı insan hayatının yalnız, yoksul, kötü, vahşî ve kısa süreli olarak tanımlar. insanlar, kendileri söz konusu oldukları sürece doğal haklarına sıkı sıkıya sarılırlar, ancak kendi çıkarları ön planda olduğu için, bu hakla-rın başkaları tarafından kullanılması konusunda her zaman aynı saygıyı göstermezler. Bu durum, Hobbes’un iddia ettiği durumun oluşmasına neden olur. Hobbes’a göre, insan doğasında üç temel kavga nedeni bulunur. İlki, rekabet; ikincisi, güvensizlik; üçüncüsü de, şan ve şeref. Birincisi, insanları, kazanç için; ikincisi, güvenlik için, üçüncüsü ise, şöhret için mücadele etmeye iter. Dolayısıyla, doğa durumundaki barış ve huzur ortamının bozulmasının ve insanlar arasında anlaşmazlıkların ve çatışmaların oluşmasının temel nedenlerden birisi, paranın ve mal-mülk vb. gibi dışsal şeylerin kullanılması olmuştur.
    Locke, henüz devletin ortaya çıkmadığı doğa durumunda her bireyin Tanrı tarafından bahşedilmiş, devredilemez, elden alınamaz nitelikte hakları olduğunu, bunları hayat, özgürlük ve mülkiyet hakları olarak tamamının genel mülkiyet hakları altında toplandığını belirtmiştir. Locke, geniş anlamda mülkiyeti yaşam, özgürlük ve mallar olarak düşünür. Ona göre bu mülkiyet, doğal bir haktır. İnsanların köleleştirilmesi, haklarının gasp edilmesi ve onların hak ettikleri bir hayata sahip olamamaları, sahip olmaları gereken mülkiyet hakkına sahip olamadıkları anlamına gelir. Locke’a göre, doğa durumunda mülkiyet hakkı, “herkesin topluma, tıpkı fizik enerjisi gibi, kişiliği ile birlikte getirdiği bir haktır” . Bu nedenle toplum bu hakkı oluşturmuş değildir ve belli şartlar dışında böyle bir hakkı sınırlama hakkına da sahip değildir. Locke, insan hayatını, özgürlüğü ve mülk edinmeyi doğal bir hak olarak görmektedir. “Ne var ki, çoğu zaman ‘herhangi bir hak’ demenin uygun olacağı yerlerde ‘mülkiyet’ demektedir”. Bu nedenle mülkiyet hakkının diğer doğal haklara oranla biraz daha önde görüldüğü anlaşılmaktadır. Yine de, onun için tüm doğal haklar mülkiyet hakkına benzer ve hiçbir toplum ya da yönetim onları gasp edemez ya da yok sayamaz. Locke’ta doğa durumunu sadece bir varsayım değildir. Çünkü Locke’ta doğa durumu geçmişe ait bir durumu değil, belli bir toplumsal gelişmeye ulaşılmadığı bir durumu da ifade eder. İnsanlar kendi onaylarıyla belli bir politik toplumun üyeleri olana dek bu durumda yaşarlar. Bu da doğa durumunun sadece geçmişte yaşanmış bir durum olmadığı anlamına gelir.
    Rousseau ise, doğa durumunu insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlakını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik düzeni olarak tanımlamıştır. Özgürlüklerinden vazgeçenleri kendi haklarından, ödevlerinden, hatta insanlıklarından vazgeçmiş olmakla suçlar. Rousseau ise, toplumun doğa yasası temelinde kurulduğu tezini reddeder. Rousseau’ya göre doğa yasası eşitsizliğe izin vermez, çünkü doğa yasası başlangıçtaki durumlarında insanların davranışlarına ilişkin kuralları dayatmaz.
    Filozofların doğa durumu algısı, temel kavramlar çerçevesinde açıklanmaktadır. Özgürlük, akıl, ahlak ve sosyalleşme gibi temel kavramlar üzerinden doğa durumunu farklı şekillerde tanımlamaktadırlar.

    Onur Aybar
    201851026

  46. Okuma Parçaları ve Soruların Sorunsallığı:
    İnsanı, insanlığı ve dolayısıyla hukukun doğuşunu anlayabilmek için farklı bilimsel metotlar geliştirilmiştir. Maslow Piramidinde ve başka bilimsel metotlarda da yer alan ve en temel ihtiyaçlardan biri olan güvenliği sağlayabilmek için ilk olarak doğaya ve türlü tehlikelere karşı bir çatıya sahip olmak gerekir.
    Sahip olunan çatıyı (mülkiyeti) koruma ihtiyacı insanların toplum içinde yaşamalarından doğmuş ve sürekli olarak mülkiyetin ihlal edilmesi tehlikesinden kaynaklanan korkunun sonucunda “insan, insanın kurdu” veya “insan, insanın mülkiyetinin kurdu” haline gelmiştir. Bu tehlikenin, insan yaşamını ve gelişimini sürdürebileceği mümkün olamayacağı fikrinden hareketle toplumsal “sözleşme”ler doğmuştur.
    Sözleşmelerin varlığı ve sözleşmelerin ihlal edilmemesi ihtiyacı devleti doğurmuştur. Farklı ihtiyaçlar, farklı sözleşmeler(daha özel bir deyişle hukuk kurallarını) meydana getirmiş bu sözleşmelerin ihlali sonucu yaptırımların yerine getirilmesi işlevi, ihak-ı hakkın sürdürülebilir olmaması nedeniyle düzeni sağlayabilmek amacıyla devletin tekeline bırakılmıştır.
    Hukukun ve devletin varlığı eşitler arasındaki eşitliği sağlamak değil adaleti sağlamak olmalıdır. Ortaya konulan hukuk kuralının adil olup olmadığını kişinin kendi vicdanı değil toplumun vicdanı karar vermeli ve toplum doğrudan veya dolaylı olarak sözleşme yapma yetkilerini devrettiği vekiller aracılığıyla adil kurallar oluşturmalıdır. Hukuk kuralının adil olmadığı düşüncesi, kendi elleriyle yetkilerini devrettiği vekiller tarafından ortaya konulmuştur. Bu nedenle kurallara uymayacağı ve dolayısıyla başka kimselerin haklarının ihlal edeceği fikrinden hareketle kurallara uyulmaması hukuk düzeninin bozulacağı anlamına gelecektir. Hukuk kuralı toplum eliyle oluştuğu için meşruluğu toplumdur ve bu kuralın adaletsiz olduğu düşüncesi ile değişmesi yine toplum eliyle sağlanmalıdır.
    Hem bir hukuk kuralına adaletsiz olduğu düşüncesi nedeniyle itaatsizliğin hukuki olabilmesi de mümkün değildir. Çünkü bir kuralın hukuki olması ona uyulmasını zorunlu kılar ve ona uyulmamasının hukuki olabileceği düşüncesi kendi içinde çelişir. Ya hukuk kuralları olacağı konusunda sözleşmemeli ya da bir sözleşme var ise sözleşmenin getirilerine uyulduğu gibi yükümlülüklerine de ihlali sonucu verilen cezaya da uyulmalıdır.

    Sonuç olarak; devlet, sözleşmeler ya da hukuk kuralları toplum halinde yaşayan bireylerin iradeleri ve ihtiyaçlarının temini ya da güvenliği nedeniyle ortaya çıkmıştır. Toplumun kendi kaderini kendisinin tayin edeceği inancı nedeniyle hukuk kuralının değişebilmesi veya ortadan kalkması yine toplum eliyle olmalıdır.
    Alain’in dediği gibi: “İnsan düşeceği yere çıkmamalıdır.”

  47. Meşruiyetini pozitif hukuktan alan bir modern devletin temel amacı ve varlık nedeni, dayandığı ve meşruluğunu aldığı pozitif hukuk normlarıyla da düzenlenen bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak, toplumda bir güven ortamı oluşturmak, adaleti, huzuru sağlamak ve daha da eklemeler yapabileceğimiz şeylerdir. Devlet bu görevlerini yerine getirmezse, kendini bağlayıcı kuralların, yasaların dışına çıkarsa, toplumun güvenini kaybetmekle beraber meşruiyetini de kaybeder. Meşruluğunu kaybeden bir devlete karşı toplumun direnme hakkı doğar. Temel hak ve özgürlüklerin sistemli ve sürekli olarak sınırlanmasına, zulme ve baskıya dayanan ve keyfi uygulamalara, hukuksuzluklara karşı toplumun birlik olup ses çıkarması, bu hukuksuzlukların düzeltilmesi için mücadele edilmesi son derece önemlidir. Fakat bu direnme hakkı bireysel olarak değil bir bütün olarak toplumun çoğunluğu tarafından kullanılması gereklidir. Ki zaten doğru veya yanlış, adil olan olmayan, haklılık ve haksızlık, iyi veya kötü vs. herkese göre değişebilen olgulardır. Bu yüzden toplumun çoğunluğunun ortak bir kanaatinin olması gerekir. Ve yanlışa yanlışla karşılık verilmesinden kaçınılmadır. Hukuksuzluklara karşı direnirken başka hukuksuzluklar ortaya çıkarılmamalıdır. Makul ve ölçülü bir şekilde meşru bir amaç doğrultusunda kullanılması gereken bir haktır direnme hakkı. Tabi bir de bireylerin haklı ve adil bulmadıkları, yanlış gördükleri her karar veya uygulama karşısında direnme hakkının olması da söz konusu olamaz. Bu hakkın sınırları da çizilmiş olmalıdır. Aksi halde önünü alamayacağımız kadar büyük toplumsal sorunlara yol açabilecek güçte bir haktır. İnsanı insan yapan özgürlük ve akıl sahibi bir canlı olmasıdır. Akılla anlaşılabilecek bir hukuksuzluk, adaletsizlik karşısında, özgürlükleri ihlal edilen bireyler bu direnme hakkını ölçülü bir şekilde kullanmak suretiyle devletin yerine getiremediği görevleri yerine getirmeye zorlayabilmelidir. Huzurun, hukukun, adaletin, eşitliğin ve güvenliğin olduğu bir toplumu, hukuk düzenini sağlamak için.

  48. IMMANUEL KANT-AYDINLANMA NEDİR?
    Kant için aydınlanma, insanın bir başkasının kılavuzluğuna ihtiyaç duymadan aklını kullanmaya cesaret etmesi olup özgürlükten başka bir şey değildir. Kant için saf akıl ideler üretir ve idelerden birisi de özgürlüktür. Yani insan aklı saf haliyle özgürdür. Sonuç olarak insan doğası gereği özgürdür. Özgürlük a priori bir kavramdır.
    Özgürlük yasalara(hukuka) itaat etmektir. Bizim için asıl olan monark değil kuvvetler ayrılığı prensibi çerçevesinde hazırlanmış yasalardır. Bu yüzden mutlak olarak kendi koyduğumuz yasalara uymak mecburiyetindeyiz ki bu da özgürlüktür. Özgürlük de ancak ve ancak cumhuriyetçilik ile mümkün olacaktır. Bunu da normlar hiyerarşisi ile ve dolayısıyla anayasalarla sağlanacaktır. Sonuç olarak evrensel barış ve aydınlanma ancak ve ancak bütün ülkelerin sivil anayasalarının cumhuriyetçi olmasıyla gerçekleşecektir.
    Aydın insan özgürdür ancak yasaya itaat etmelidir ve tabii ki yasaya uymak istemeyeceği durumlar olacaktır, örneğin vergi ödemeye karşı çıkacaktır(aklın özel kullanımı) ve vergiyi protesto edecektir-yani sivil itaatsizlik-(aklın kamusal kullanımı). Bu örneğimize göre protesto etmesi aklın kamusal kullanımı olduğundan özgürlüğü mutlaktır çünkü itaatsizlikten değil, düşüncenin özgürce açıklanmasından bahsedilirken; vergi ödememe durumu ise aklın özel kullanımı olduğundan özgürlük sınırlıdır, yasaya itaatsizliktir. Ancak bu noktayı açıklamakta yarar var: İnsan yine de şiddet içermeden düşüncelerini özgürce ifade edebilir ve karşısında olduğu düzenlemeleri protesto edebilir. Yasaya uygun hareket etmek istemeyebilir ve yasaya uymayabilir ancak bunu kendi isteğiyle seçse bile hukuk düzeni buna sessiz kalmamalıdır.
    Devlet asla hukukun dışına çıkmamalıdır. Devleti idare eden aydın yönetici de bu yasalara itaat etmelidir. Aydın yurttaş yoksa bile aydın bir yönetici şarttır. Çünkü yurttaşı aydınlatabilecek olan da yine yasalardır. Ama yurttaş aydınlandıktan sonra da aklını kendi başına kullanması gerekmektedir. Artık herhangi bir buyurucuya ihtiyaç kalmadan kendisi o yasaya uyulması gerektiğini bilmelidir. Aydın yönetici bir despot değil öğretmen olmalıdır. Yönetici hukukun dışına çıkmamalıdır.
    Devletin hukukun dışına çıkacağı bir düzen mümkün müdür? Devlet zaruret olmadıkça yani barış hedeflemedikçe savaşmamalıdır. Savaşı ise yine de uluslararası kamu hukukunun çizdiği sınırlar içinde yapmalıdır. Ki yine de hukuk dışına çıkamayacaktır/çıkmamalıdır. Bu konuyla alakalı da bazı önemli düşünürlerin sözlerini paylaşmak isteriz:

    Barış amacı dışında savaş yapılmamalıdır ve bir kere savaş bitince silahlar bırakılmalıdır .
    -Benedictus Spinoza

    Biz burada barış için savaş açmaktan korkmamalıyız.
    -Sir Karl Raimund Popper

    KAYNAKÇA
    Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Tasarı, 1.Baskı, Fol, Ankara, 2020.
    Spinoza, Politik İnceleme, 4.Baskı, Dost Kitabevi, 2015.
    Karl R. Popper, Hayat Problem Çözmektir, 9.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s