Bu Blog, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde, Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel ve Dr. Ali Acar tarafından verilen, hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi ve hukuk metodolojisi dersleri için, dersle ilgili konular hakkında paylaşım yapmak için oluşturulmuştur.
2021-22 Güz Dönemi Hukuk Felsefesi 1. Hafta Okuma Parçaları
Lütfen aşağıdaki okuma parçalarını okuyup altta yer alan “Yorum yap” bölümünden kısa bir refleksiyon paragrafı yazın.
“2021-22 Güz Dönemi Hukuk Felsefesi 1. Hafta Okuma Parçaları” için 23 yorum
bu alegoriye göre bir grup insan karanlık bir mağarada zincirleriyle beraber doğmuştur. Hiçbir şekilde kıpırdayamaz ve başlarını hareket ettiremezler. Gördükleri ve kavrayabildikleri tek şey mağaranın girişine vuran gölgelerdir. Gördükleri bu gölgelere çıkarım yaparlar. Aslında gerçek olmayan bu görülerle büyür ve bu karanlık dünyanın yanlış, dogmatik algılarında kendi kurallarıyla yani zincirleriyle yaşamaya devam ederler. Bu mağaradan zincirleri kırarak çıkabilen birinin durumu nasıl olacaktır? Kendi dünyasından kurallarından ve gerçeklerinden bambaşka bir boyuta geçtiğinde afallayacak ve acı çekecektir. Yeni dünyada yeni kurallarla karşılaştığında aklı ve ruhu bunu özümserken karışacak geride bıraktığı dostlarına üzülecektir. Mağaradaki hayatında bunca zamandır yücelttiği, düşüncelerine saygı duyduğu ve dahi kıskandığı insanların aslında ne büyük bir gaflete kapıldığını düşünüp yeni dünyaya alışmaya çalışacaktır. Zincirleri kıran insanı tekrar o mağaraya kapattığımızda ise mağara toplumu tarafından yadırganacak ve yargılanacaktır. gülünç duruma düşecektir. Oysa bedenleri orada bağlıyken ruhlarının gerçeği görmesi mümkün değildir. Ruhun bu şekilde iyi ve gerçek olana yönelebilmesi için gerekli olan ise eğitimdir.
Platon- Mağara Allegorisi
Platon’un meşhur mağara allegorisinin dayandığı düalizmi hayatın birçok kısmına uygun şekilde düşünebiliyorum. Öyle bilinmezlikler, yanılsamalar içinde yaşıyoruz ki bu benzetmeyi okurken zihnimde birçok kanal açıldı ve aslında düşünüp ifade etmeyi başaramadığım düşüncelerim başkasının kelimeleriyle berraklaştı. Hepimiz tesadüfen ve seçemediğimiz yaşam koşullarının üzerine doğuyoruz ve hayatta keşfedebileceğimiz şeyler çocukluğumuzda bu tesadüfle belirlenmiş oluyor. Eğitim sayesinde Platon’un bahsettiği aydınlıklara yol alıyoruz ve bu yolculuk hiç bitmiyor. Ufkumuz açıldıkça bir adım bile geriye gitmek istemiyoruz. Hatta geride kalanların bakış açılarını sığ bulup bazen rahatsız oluyoruz. Kendimizi mutlu hissetmek için kendi gelişimimiz bile yetersiz kalıyor ve toplumun bütününde bir gelişme görmek istiyoruz. Bu yüzden eğitim kalitesi ve fırsat eşitliğinin artması çok çok önemli. Açılan her ufuk bireyin potansiyelinin ortaya çıkmasını ve bulunduğu topluma sağlayacağı faydayı ifade ediyor. Hukuk açısından bakacak olursak da bilinçlendikçe adalet terazimiz hassaslaşıyor. İnsanlığın vizyonunun gelişmesi her konuda beklentileri de artırıyor böylece her alanda kalitenin artmasını sağlıyor. Birbiri ardına zincirli olan aydınlanma önce insanın aydınlanmasından; insana “bak böyle bir dünya mümkün” demekle başlıyor.
HUKUK FELSEFESİ NEYE DAİRDİR? HUKUK KURAMLARI, TANIMLARI, KAVRAMLARI YA DA KAVRAYIŞLARI MI?* Michael D. Bayles** Çev. Uğur Dinç***
Hukuk Felsefesi’nin başlıca amacı olan görünenin arkasındakini görebilmek ve yüzeysel hukuk fikirlerini derinleştirmek için hukuk kuramlarının varlığı gereklidir. Her ne kadar hukuk kuramlarını tanımlar üzerinden oluşturmak hukukçular tarafından eleştiriliyor olsa da ben hukuk kuramlarının ve tanımlarının birbirini tamamladığı ve birbiri için gerekli olduğu görüşündeyim. Bilginin günden güne kümülatif olarak biriktiği ve yeni tanımların ortaya çıkması sonucu doğduğunda şüphesiz bu tanımlar sağlam bir düşünce temeline oturtulmalıdır. Dworkin’in dediği gibi yorumsal hukuk kavrayışları geliştirmemiz elbette gereklidir fakat bunu gelişimi sağlayacak olan yol da kuramlardan geçer. Bu noktada hukukçular, her kuramı kendi içinde anlamlandırmalı ve bunları mantık çerçevesinde bütünlüğe kavuşturarak hukuk nosyonlarını kazanmalıdırlar.
Platon’un mağara allegorisini okurken tek düşündüğüm bizim toplumumuzdaki ‘cahil’ dediğimiz bilgiye ulaşmak için hiçbir çaba göstermeyip, kendi çevresinde gördüğü, yaşadıklarının doğru ve genel olduğuna emin kişiler geldi. Biz o kişiye ne kadar doğruyu anlatsak, göstersek, eğitim versek bile bir süre gördüklerini kabullenmeyecektir, yadırgayacaktır. Kabullenmesi, doğruyu öğrenmesi zaman alacaktır. Düşündüğü ve yaşadığı toplumda gördüğü doğrunun yanlış olduğunu öğrenen kimse bu durumda yaşadığı toplumu yadırgayacaktır. Öğrendiği doğruyu yaşadığı topluma anlattığında, toplumdan dışlanacak, ayıplanacaktır.
Eğitim gerçekten birini eğitir mi yoksa içimizdeki yaratıcı dünyayı köreltir mi ? Buradaki farkın bireyin üstündeki faydasına göre değişeceğini söylemek gerekir. Şöyle bir örnek verelim eğer iç Anadolu ya da doğu Anadolu’da yaşıyorsak bizim için makul fayda Erzurum Ankara Sivas gibi nispeten bölgemizde bulunan büyük illere gitmek bizim fikirlerimizi geliştirmemiz için daha faydalı olacaktır çünkü bu gibi büyük şehirler kendi özelliklerini kaybetmeden çağı yakalamış şehirlerdir. Eğer ki daha büyük ve coğrafyamızdan biraz daha uzak bölgelere İzmir Çanakkale İstanbul gibi illere gittiğimizde ,bir kıyasa sokmak daha güç olacaktır farklı kültür ve zihniyeti bağdaştırmak daha zor olacaktır bu yüzden buralara ayak uydurmamız ya zor ya da bu süreçte kendi özelliklerimizin kökten yıpranmasına sebebiyet verecektir. Çünkü kıyasa sokamayacak kadar büyük farklar vardır. Tabi ki burada söylediğimiz şeyler günümüz teknolojisiyle etkisi hafiflemişte olsa anlatmak istediğimiz şey eğitimden almak istediğimiz verimin ne olduğudur Eğer ki insanları hizaya sokmaksa amacımız bunu insanlara verdiğimiz bilgiyle yapabiliriz ne kadar az bilgi o kadar kontrol edebilme imkanı ,eğer ki amacımız insanların konforlu bir hayat yaşaması ise bunu da eğitimle yapabiliriz ancak yukarıda söylediğim gibi amacımız üzüm yemek için bağcıyı dövmeye benzememelidir . Yani eğitim gerçekten bir insana zarar da verebilir fayda da.
Aquinas’ın hukuk tanımı beşeri ve pozitif hukuku etikten ayırmayan bir tanıma dayalıydı. Austin ise bundan farklı olarak pozitif hukuku ve diğer meseleleri birbirinden ayırarak hukukun bu ilkelere ihtiyacı olmadığını savunmaktaydı.
Hart hukuk tanımlarının hukuk felsefesinde yeri olmadığını savunur. Bir tanım yaratmak yerine hukuk sistemlerine dair inceleme yapmayı ve hukuk ahlak ve cebir arasındaki farklılıklar üzerinde bir anlayış geliştirmektedir.
Platon’un devlet kitabından alınan kısımda insanların kendierini ve yanlarındakileri ancak ateşin varlığıyla görebildiklerini yani ateşe muhtaç olduklarına yer verilmiş.
Bu bilgilerden özetle hukukun tanımını yapabilmek için çeşitli düşünürlerin birden fazla meseleyi kullandıklarından bahsettik. Aynı ateş olmadan etraftaki gölgeleri göremeyeceğimiz gibi bu meseleler olmadan da hukuka bir tanım yapmak mümkün değildir.
Hukuk sosyolojosi
Platon’a göre “iyi”yi görüp o ışığa alışan insanlar karanlığa, geldikleri yere dönüp oradakilere yardım etmelidir. Kanunların amacı da budur. Bütün toplumu birden yukarı taşımaktır. Ben “iyi”ye ulaşmanın da topluca yapılması gerektiğini ve asıl iyi ideasının o zaman varlığını göstereceğini düşünüyorum. Eğer ki mağara örneğinde mahpusların hepsi ışığa çıkabilirlerse ortada iyiden başka bir şey kalmayacaktır.
Devlet Adlı Kitap Üzerine
Bence Platon’un kullandığı bu metaforda mağaradaki mahpuslar toplumu oluşturan her bireyi yansıtır. Mahkum olmalarının nedeni, zincirlenmeleri ise toplumda oluşan algılar, önyargılar, normallerdir. Bu yapı normali dışlayarak sadece öğrenilmiş, tecrübelenmiş durumlar yaratacak tekdüzeliğe neden olur. Güneş ve aydınlık ise bilgiyi, asıl gerçekleri temsil eder.
Mağarada yaşayan mahpuslar yaşadıkları dönem içerisinde kendi ihtiyaçlarını gidermek için çeşitli yöntemler kullanmışlar. Bunlardan en önemlisi de bence mağaraların içine çizilen sembollerdir. Bu sembollerin birleşimi, seslerle ve birbiriyle uyumu ile dil oluşmaya başlamıştır. Mağarada yaşayan insanlar dil aracılığıyla iletişim kurarak birbiriyle tecrübesini paylaşmıştır. Dil aracılığıyla nesnelere tanımlar atfedecekler, nesneleri düşünceleriyle somutlaştırmaya çalışacaklar. Ancak aydınlığa ulaşıldığında nesnelerin gerçek anlamını kavrayabileceklerdir.
Mağarada yaşayan bu mahpusların ortak tecrübesi ise zincirlerinden dolayı çektikleri acıdır. Ulaşamayacaklarını düşündükleri kadar uzakta, dolambaçlı yola sahip, tepelerinde zincirlerini kırıp ona ulaşmalarını teşvik eden bir güneş vardır. Bu güneşin onlara ne faydası olduğunu bilmeden güneşe bakmak isteyen, ulaşmaya çalışan mahpuslar cesur olanlardandır. Aslında güneş onları aydınlığa sürükleyecek ve kendi tecrübelerinden edindikleri bilgileri, gerçeklerini sorgulatacaktır. Çekmekte oldukları acı ile güneşe ulaşana kadarki çekecekleri acı arasında yapacakları seçimde cesur olan mahpuslar güneşe ulaştığında asıl gerçekleri ve gerçek olduğunu düşündüklerini, öyle zannettiklerini birbirinden ayıracak ve yine bunu paylaşma ihtiyacını hissedecektir. Kanımca topluma faydalı görünen meşru amaç için onu eski yerine o karanlığa götürmek, götürmeye mecbur bırakmak (meşru olmayan araç) mübah değildir. Aydınlığa alışmış mahpusları karanlığa itelemek yerine aydınlığa ulaşmak için çaba gösterenleri, buna meyilli olanları aydınlığa itelemek gerekir. Bu yol, sonuca varılması güç ama mübah olan yoldur.
Sonuçta aydınlığa ulaşmış olan eski mahpuslar halen acı çekmektedir. Geride kalanların varlığını bilmenin yükü ya geri dönüp onlara aydınlanmayı kanıtlamayı, garantilemeyi ya da aydınlıkta kalıp diğerlerini beklemeyi seçmeye zorlayacaktır. Toplumun yararına olanı seçmede izlenilen metot meşru olmadıkça iyiden uzaklaşılacaktır. Geri dönüp diğerlerini kurtarmayı seçerse kendisi oraya zorlanmadan ulaşacak ancak karanlıkta yönünü bulamayacaktır. Eskiden alıştığı karanlık ona adeta bir yabancı gelecektir. Karanlıkta belki de alay konusu edilecektir ama sonuçta gözleri bir süre sonra karanlığa alıştığında diğerleriyle bu tecrübesini paylaşacaktır. Bu gerçekliğe inanıp inanmamaları toplumları birbirinden ayırır. İnanıp harekete geçen toplum modern, inanmayanlar ise ilkel toplum olacaktır. İnananlar doğru bilgiye ulaştıklarında yani ruhlarının o yöne çevrilmesiyle tecrübe edindikleri iyi olanı gelecek nesillere aktarmaya girişeceklerdir.
Hukuk Felsefesi Neye Dairdir? Hukuk Kuramları, Tanımları, Kavramları ya da Kavrayışları mı? Adlı Makale Üzerine
Aquinas’ın hukuk tikelini tanımlarken hedeflediği kuram normatiftir. Bu tanımı bence doğru bir olguya dayanır bu da normlar çıkaran kesimin, toplumun çıkarlarını göz önünde tutması gerektiğidir. Çünkü ancak bu şekilde çıkarılan normlar meşrulaşabilir. Austin ise bu meşrulaştırılabilir normlar kümesine bir sınır getirmeye çalışmamış ve pozitif hukuk tikellerinin meşrulaştırmasının gerek olmadığını düşünmüştür. Bence çıkarılan her norm meşru olmak zorunda değildir ancak toplumda özellikle de aydınlanmış, tecrübelenmiş bir toplumda meşru olmayan herhangi bir durum ani ve büyük tepki toplayacağından yasalar koyan kesimin imajı zedelenir. O toplumun hukuka, hukuk sistemine olan güveni zayıflar. Güvensiz yaşayan toplumun da şüphesiz çağ dışı kalacağı açıktır.
Austin’in hedeflediği kuram ise açıklayıcıdır. Hukuk felsefesinin ve kavramların anlaşılmasını kolaylaştırmayı amaçlamıştır. Hart’a göre ise hukuki kavramları açıklamak yersizdir zira hukukun tanımını soranlar hukuku doğru anlamda kullanma gücüne sahiptir. Bence kavramları doğru anlamda kullanabilme gücü dili kullanabilme, algılayabilme, o dilde düşünebilme yetisi sayesindedir. Örneğin henüz öğrenmekte olduğumuz bir dilin belli kavramlarını hatırlamayabilir ancak doğru yerde kullanmış olabiliriz. Kulak aşinalığı dediğimiz şey de böyledir. Çevreden duyduğumuz yerel adetler, toplumsal alışkanlıklar tecrübe edildikçe bizlere ve yeni nesillere aktarılır.
Hart bir tanıma kuralınca öngörülen ölçütlerden bahsettiğinden belirli bir hukuk sisteminde yapılan geçerli hukukun tanımıyla sistemler arası değişen bu tanımın uygulanma ölçütleri arasında ayrım yapılabileceği konusuna katılıyorum. Gerçekten de günümüzde hukuk sistemlerinin farklılığı dolayısıyla evrensel bir geçerli hukuk tanımı yapılamaz. Ülkelerin uyguladığı rejimlerin farklı oluşu buna engeldir. Hukuk sistemi farklılaşınca uygulanan metotlar, ölçütler de değişeceğinden ikisi arasında ayrım yapılmalıdır.
Dworkin’in ilk itirazında bahsedilen ölçüt kullanılması konusunda ise bence hukukçular aynı ölçütleri kullanamazlar, yine evrensel bir ölçüt bulmak güçtür. Ancak farklı ölçütleri kullanmaları anlaşmazlık durumunu yaratabilir, yaratmayabilir de. Dworkin yorumsal hukuk kavrayışları geliştirmemiz gerektiğine inanır. Bence yorum konusu da kişiden kişiye değişebileceğinden ortak bir kavrayış bulunamayabilir. Hukuk kavrayışı geliştirme fikri de eksiktir. Dworkin’e göre hukuk önermelerinin anlamı onları kullananların kastettikleridir. Hukukçular ise bu önermeleri yorumlayarak doğruluğunu, yanlışlığını veya doğru ya da yanlış olmadıklarını ortaya koyarlar. Bu hususta fikir ayrılıkları olması olağan bir durumdur. Kanımca burada amaçsal yorum ön planda olacaktır. Çünkü önermelerin anlamını ancak kullanan kişilerin amaçladığı anlama ulaşmaktır. Dworkin hukukun inşâen yorumuna girişen kimselerin ortak bir kelime dağarcığına sahip olmalarının zorunlu olduğunu ileri sürmüştür. Bence ortak kelime dağarcığına sahip kişiler yorum yapmaya kalkışırsa aynı sonuca varmaları muhtemeldir. Bu yüzden farklılıktan uzaklaşılır, tekdüzelik durum söz konusu olur. Farklı yorumların varlığının nedeni farklı sistemlerle, bilgilerle, kültürlerle yetişen farklı insanların bulunmasıdır. Yine herkesin zorunlu ve yeterli koşullar üzerinde aynı görüşte olduğunu varsaymak ya da buna inanmak da kanımca yanlıştır. Aynı koşullarda yetişenler aynı görüşte olmayabilir. Çünkü edindikleri hayat tecrübesi farklıdır. Dworkin’e göre hukuk, devlet cebrinin insanlara karşı kullanılmasına meşruiyet sağlar. Bu kanımca Weber’in görüşüyle de paraleldir. Toplumda güç kullanımı belirli ölçüde kabul edilmişse bu güç, meşru otorite olarak kabul edilir.
“Eğer kanunkoyucu hız sınırını saate 55 mil olarak belirleyen bir kanun çıkarmışsa, o takdirde kanunen saatte 55 mil veya daha az hızda seyretmelisin” ifadesi saatte 55 mil veya daha az hızda seyredilmesi gerektiğini ileri sürmez. Bence de bazı acil durumlar ve koşullar daha fazla hızla gidilmesini gerektirebilir. Ambulanslar, itfaiye araçları, polis arabaları gibi.
Bence Nazi kuralları bir hukuk sistemi olarak kabul edilemez. Çünkü hukuktan algıladığım şey farklılıkların bulunduğu toplumda tek bir yasaya tabi kılarak ortak faydayı sağlamaktır. Bunu yaparken eşitsizliği ön plana çıkarmadan adaleti sağlamak temel hedefimiz olmalıdır. Nazi döneminde yapılan işkenceler insanlık dışıdır. O dönemde Nazi kuralları meşrulaştırıldığı için hukuk haline getirildiği izlenimini verebilir. Ancak bu kurallar meşrulaştırılmamalıdır. Bir hukuk sistemi bu ölçüde insanlığa sığar.
Fatma ŞİRİNGÜL
201951164
Platon’un mağara alegorisini inceleyecek olursak 2 farklı dünya betimlediğini görürüz; görünüşler dünyası ve idealar dünyası. Mağaradaki gölgeler, görünüşler dünyasını, mağaranın dışında kalanlar ise ideaları yani gerçekliği temsil eder. Görünüşler dünyası aldatıcıdır. Bir kişi yalnızca zincirlerini kırıp görünüşlerin ötesine bakarak gerçekliğe ulaşabilir. Bunu, sıradan bir insan değil filozoflar başarabilir çünkü sıradan insanlar derinlemesine düşünmektense hemen önünde duran şeylere bakmaktan hoşnutturlar. Filozoflar ise, her gördüğüne inanmaktansa sorgulamayı tercih ederler. Şimdi bu alegoriyi hukuk alanına uygulayacak olursak gölgeleri, hukuk normlarına ve filozofları da hukukçulara benzetebiliriz. Normlar genelleyicidir ve herkes için aynıdır, kanunda yazılanlardan ibarettir. Sıradan bir kişi normların, olaylara olduğu gibi uygulanmasında herhangi bir sakınca görmeyebilir. Hukukçu ise bu şekilde vereceği kararın adaletsiz olacağını bilir. Zira, olaylar her zaman göründüğü gibi olmayabilirler. Doğru kararı verip gerçekliğe ulaşmanın yolu ise faili anlamaktan geçer. Bunun için, zincirleri yani önyargıları kırmamız gerekir ve elbette bu, tarafsızlıkla birlikte mümkün olacaktır. Alegorideki ateş ise şüphesiz hukuk eğitimidir. Nitekim o, gerçekliği hiçbir zaman tam olarak göstermemekle birlikte onun bir yansımasını görmemizi sağlayabilir. Bu yüzden tek başına yeterli olmayıp sağlam bir adalet duygusu ve alanda deneyim de gerektirir. Bu bilinci oluşturmuş bir hukukçunun ise mağaraya geri dönmesi yani eski bakış açısıyla olayları yorumlaması oldukça zor olacaktır tıpkı ilk başta mağaradan çıkmaya çalışırken zorlandığı gibi.
Platon, Devlet kitabında mağara zindanını görünen Dünya’ya benzetmiş ve zindandan çıkan kişinin gerçek Dünya’ya daha da yaklaştığını, daha doğru olduğunu vurgulamış. Buradaki ‘’daha’’ vurgusu ile mağaradan çıkan kişinin aslında hiçbir zaman gerçek Dünya’yı tam anlamıyla göremeyeceğini sadece ona biraz daha yaklaşacağını vurguladığını düşünüyorum. Mağaraya geri döndüğünde arkadaşlarının ona inanmayacağı hatta onu öldüreceği konusunda bir genelleme yapıldığını ve önyargılı olunduğunu düşünüyorum. Anlatılan gerçek Dünya ilk başta o Dünya’yı hiç görmeyenlere ne kadar ütopik gelecek olsa da herkesin tepkisi bunu inkar etmek veya bunu söyleyen kişiyi öldürmek olmaz. İçinde bulunduğu o karanlık görünen Dünya’nın dışında anlatıldığı gibi renkli gerçek bir Dünya olduğu ümidi ve merakı bile o mağaradan çıkmalarına sebep olabilir.
Günlük hayatımızda meydana gelen hukuki sorunların çözümlenmesini, hukuk sistemlerinin daha anlaşılır kılınmasını ve bu sistemlerin geçerli olup olmadığı anlamamızı sağlamak için kuramlar ortaya çıkmıştır. Hukuk felsefesi, hukuki olayların, olguların, sistemlerin daha iyi kavranabilmesi adına birçok kuramdan meydana gelir. Çünkü kişi, mevcut bulunduğu toplumun kurallarına göre davranışlarda bulunur. Toplum da hukukla şekillenir. Toplum ve hukuk bir madalyonun iki yüzü gibi olsa da toplumlara uygulanan hukuk ile ideal hukuk her zaman birbiriyle örtüşmeyebilir. Bu bağlamda pozitif hukuk toplum pratiklerinden yola çıkarak uyuşmazlıklara çözümü amaçlayan hukuktur. Bu da çoğu hukukçuyu sadece sorunlara çözüm arayan kısır döngüye sokup ideal hukuku görmelerine engel oluşturur. Platonun mağara alegorisinde de gerçeği gördüğünü düşünen mağaraya zincirlenmiş insanlar asıl gerçekliği göremezler. Mağaradaki gölgelerin doğru olduğunu kabul ederler. Bu durum, tıpkı toplumca pozitif hukukun doğru kabul edilmesi gibidir.
Platon’un Mağara Allegorisi Hakkında
Hakikate ulaşmak adına ahlak,hukuk ve siyaset hakkındaki görüşlerimizi sorgulamamız gerekir.Görüşler bizi hakikate ulaştırmaz.Hakikate yakınlaştırır.Ancak hakikate ulaşma çabamıza sekte vurmaz.Aynı yolda kalmak bizi geriye götürür. Keza travmalar da.İkisi de birbirinden farklı olsa da sonuç değişmez. Günlük yaşamdaki alışkanlıklarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Aydınlanmak,yolları ne kadar değiştirebildiğimizde gizlidir.Bugün savunduğumuz görüş yarın çıkacak yeni bir görüş sonucu çürüyebilir.Eğer hakikate ulaşma çabasında olursak doğrular doğruları doğuracaktır.Örneğin ahlak ile epistemeyi bağdaştırmak ve sonucunda pragmatik yarar elde etmek herkes için doğru mudur ? sadece yöneten sınıf için mi? Toplum öyle bir felsefi birikime ulaşmalı ki yönetenler yönetileni sanki yönetmiyor algısına kapılmalıyız.Bu da bizim paradoksumuz olmalı.
Teoman Filizer – 201951083
Hart’ın hukuk tanımında lafzi ya da semantik bir tanımla ilgilenmemesi yanlıştır.Hukuku tanımlarken bunlarında dahil edilip o şekilde yorumlanması gerekir.Ayrıca geleneksel,cinsi ve ayrımsal tanım yönteminin yardımcı olacağına inanmaması doğru değildir.Hukuk insanların davranışlarıyla şekillenir ve toplum gelenekleriyle hukukun belirlenmesinde etkin rol oynayan bir ölçüttür.Hart’ın hukukun tanımında soyut ve genel açıklaması ve somut duruma göre değerlendirmemesi de tanımda bir eksiklik oluşturur.
Bilgisizlik ve gerçeği yansıtmayan bir karanlık vardır. Bir de doğruluğu ve çağdaşlığı temsil eden yeryüzü, aydınlık dünya vardır. İnsanı doğruluğa götüren yolda eğitimle çağdaş gerçekleri görebilecek aydınlık yolda yürütürsek aslolan yeryüzü yani gerçekliğe ulaştırılır. Ve bu yolda yürütmek zordur. İnsanlar yaratılışlarından olsa gerek kendi doğruları ve yanlışları kendi doğru bildikleri vardır, bu doğruluğa götüren yolda kolayca yürütmenin tek yolu çocukluktan itibaren doğruluğu gerçekliği aşılamaktır yani zihni melekeleri yerli yerinde olmadan çocukluktan itibaren alıştırılırsa o yolda bizlerin doğru olarak gösterdiği yolda kolayca yürüyebilir. Yeryüzüne ve aydınlığa çıkmayı ise makam, mevki metaforu ile açıklamaya çalışırsam şöyle bir benzetmeyle anlatılabilir. Yeryüzüne çıkmış kişi en üst idari amir , karanlıkta kalmış ise daha az eğitim almış bir alt basamaktaki görevli kişi dersek üstte görev yapan kişiyi tekrar karanlığa götürürsek kendisi için bir çöküş süreci olacaktır fakat yaptığı işin ne kadar kıymetli olduğu ve alt basamakları atadığı kişilerinde gerekli ve işin yürütülmesi açısından gerekli olduğunu anlayacaktır. Bu durum aslında sistemin daha düzgün yürümesine yol açacağını düşünüyorum üst yönetici kişilerinde zamanında o yollarda yürüdüklerini her an o yollarda yürümelerinde bir engel olmadığı o kişilerinde önemli olduğunu göstermektedir. Fakat bu tip bir düzenleme yani üst yöneticilerin altta sonra üstte görev yapacaklarına dair düzenleme sistemi iyileştirmez aynı eski düzene dönüştürür diye düşünüyorum çünkü bu tip düzenleme kanıksanmış bir duruma dönüştürecektir. Üstten alta düşmüş kişilerin düşüncelerine ve görüşlerine önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü bu tip kişi aydınlığı yani gerçekliği de görmüş altı karanlığı bilgisizliği de görmüş yani dünyada olup bitecek tüm durumları görmüş kişilerdir ve bu kişilerin düşüncelerinden yararlanılmasını, alttan üste çıkmış gözleri kamaşmış tabiri caizse bilgi zehirlenmesi yaşayan kişilerin ise karanlıktaki kişiler için yapacağı düzenlemenin gerçeği yansıtması için o kişiler arasında yer almış ordan gelmiş ve halen onların eğitimsizliklerinin kaynağını biliyor olan kişilerin yapması gerektiğini düşünüyorum. Hukuk nedir veya hukuk neye dair olduğuna ilişkin görüşüm ise hukuk doğru olanın normal karşılanmasına yönelik olmadığını düşünüyorum çünkü her insanın görüşü farklıdır, din ile hukuk aynı yönde olmayabilir ve o dine inanan insanlar hukukun empoze etmeye çalıştığını değil kendi inandığını yapmaya çalışacaktır. Bu nedenle hukukun her söylediği doğru olmayabilir veya doğru olabilir. Hukuk belirsiz bir normlar bütünüdür ve ilanihaye bu şekilde olacağını düşünüyorum.
Platon’un mağara allegorisi bence aydınlığa erişmenin ve bu erişilen aydınlığın paylaşılması yükümlüğünün o kişide ortaya çıkmasını gösteriyor. Aydınlanan insan kendi dışsal gerçekliğinin farkına vararak bunu bu açıdan noksan kalanlara aktarmaya çalışması bence filozofların görevlerinin ne kadar zor olduğunu ve bulunduğu zaman ve coğrafi konuma göre karşılaşacağı tepkiyi ortaya koyuyor. Kişinin çıktığı karanlığın etkisinden bir süre kurtulamayışı her ne kadar filozof için de zor olsa toplumun yeni düşüncelere yani bu allegorideki aydınlığa bir anda uyum göstermesi kanımca söz konusu olamaz bu nedenle benim bu metinden çıkarttığım kadarıyla aydınlanmanın yeni düşüncelere karşı açıklık olduğu ve bunu diğer insalara aktarmak için gerekli efor ve zamanın sarf edilmesi gerektiği ayrıca içinde bulunduğumuz durumlar neticesinde kendimize çizdiğimiz sınırlar ve oluşturduğumuz kalıplardan kurtulmak için çaba sarf etmenin gerekliliğidir.
Platon mağara metaforunu kullanarak bilgisizliğin karanlık, bilgi ve gerçeğin ise aydınlık olduğunu belirtmiştir. Aslında biz insanlar mağaranın içinde gördüğümüz ilüzyonlarla daha mutluyuz. Yani bilgisiz bir şekilde. Daha mutlu olduğumuz için de illüzyon perdesini aralamak istemeyiz. Aralamayı başaranları ise toplum olarak “aşırı”, “bölücü” olarak görürüz. Çünkü gerçek bizim için ne kadar aydınlık(bize iyi gelecek olan) olsa da, aydınlık çoğu zaman gözümüzü acıtır. Bu yüzden karanlıkta kalmayı tercih ederiz. Aslında bu basit bir şekilde anlatılırsa eldeki kuş teldeki kuş muhabbeti. Elimizdeki kuş karanlık, teldeki kuş ise aydınlık. Ama insanlar olarak bize eldeki kuşu bırakıp da teldeki kuşa yönelmek zor geliyor. Bunun en basit örneğini Anadolu’nun kırsal kesiminde görebiliriz. Kırsal kesimden çıkıp da tahsil almış birisi, geri kırsal kesime döndüğünde artık buradaki toplum içinde yer edinme savaşının yersiz, önemsiz olduğunu görür. Artık geldiği yere adapte olamaz bu kişi. Çünkü aydınlığı görmüştür artık karanlığa eskisi gibi kolay bir şekilde alışamaz. Anadolu insanının bu durumla ilgili çok güzel bir sözünün olduğunu düşünüyorum. “Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez.” Bunu genelde kınama amacıyla söylerler. Aslında tüm bu durumu özetleyen bir söz. Yumurtadan(karanlıktan) çıkıp da gerçek dünyayı görmüş biri artık çıktığı yumurtanın kabuğunu beğenmez.
platonun mağara alegorisi üzerine yorumum:
burada mağara kişinin zihnini yansıtmaktadır.
mağaradaki zincirli insanlar inanmayı tercih ettikleri düşüncelere bağlı olan insanları çağrıştırıyor. bu insanların zincirleri düşündükleri, inandıkları şeylere olan bağlılıklarını gösteriyor. kafalarını başka yöne çeviremeyecek derecede zincirli olmaları bu insanların kendi ideolojilerinden başka düşüncelere karşı olan tutumunu yansıtıyor. özgür bırakılan mahkum mağaradan çıktığı anda gözleri acıyor ve ışığa bakamıyor. Bu durum kişilerin inandıkları düşüncelerin aksine bir olay gerçekleştiği zaman verdikleri tepkilere benzemektedir. mahkum mağara duvarında izlediği gölgelerin gerçeklik olmadığını anladığı anda farklı bilgileri almaya açık hale gelmişti. mahkum aşama aşama her şeyi deneyimledikten sonra güneşe bakabiliyor. burada güneş gerçek bilginin kendisidir. tüm hayatını bu şekilde tek bir düşünce çevresinde geçiren insanlar düşüncesinin tersi gerçekleştiği zaman hayatını oluşturan temellerin çöktüğünü görecektir ve bu durumu kimse istemez. çocukluğundan beri bir ideolojiye bağlı olan insanlar bu ideolojilerin aksi ispatlanmış olsa bile bu durumu kabullenmek istemezler. yanlış olanın doğrusunu göstermek insanlarda ters tepip onları inandıkları düşünceye daha da bağı hale getirebiliyor. bunun sebebi ise ideolojisine bağlı insanlara inandıklarının tam tersini bir anda göstermektir. bu mağarada zincirleri çözülen mahkumun geri dönüp diğer mahkumlara gerçekliği göstermesiyle örtüşen bir durumdur.
Platon’un Devlet kitabında yapılan mağara benzetmesine günümüzden örnekler verilebilir. Kendini toplumdan soyutlamış belli başlı uğraşları hayatlarının merkezi haline gelmiş olan insanlar da aslında mağarada bulunan mahpuslara benzerler. Yapılan benzetmede mağaradan çıkıp ”gerçek” ile karşılaşan insanların tekrar eskiye dönmek istemeyecekleri kendi ”mutlu” ülkelerini buldukları yazmaktadır. Ancak ”gerçek” ile karşılaşan insanların yaşadığı aydınlanmanın çok bencil bir aydınlanma olarak belirtildiğindi düşünüyorum. Kendi mutlu ülkesini bulanların tek başlarına bu mutluluklarını yaşayamayacaklarını anlamaları ve ”gerçek” ile henüz karşılaşmamış olanlara gerçeğe ulaşmaları konusunda yol gösterme bilinci kazanmaları gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu bilinci kazanamamışlarsa yaşadıkları durum bir aydınlanmadan ziyade başka bir mağaranın içine girmek olarak benzetilebilir.
Hukuk felsefesi dersine yeni başladığımız için ve felsefeye dair tartışmaları anlamakta zorlandığım için fikir belirtmek yerine anlayamadığım noktaları açıklamanın daha faydalı olacağını düşündüm.
Makalede hukuk felsefesinin hukuka, hukuk sistemlerine dair kuramlar, kavramlar vs. geliştirdiği ve bu kuramların amaç ya da hedeflerinin farklılaştığı söyleniyor ancak farklı amaçlar taşıyabilen bu kuramların ‘neden’lerini anlayamıyorum. Hukuk felsefesinde farklı amaçlarla birtakım kuramlar geliştirilmesi bunların neden yapıldığına dair bir cevap içermez ya da içermiyor olabilir. Örneğin bir kişinin hukuku ilgi çekici bulması, prestijli bir bölüm olarak görmesi ya da aile baskısı gibi etkenler o kişinin hukuk okuması için bir ‘neden’ olabilir ancak aynı zamanda bu nedenlere amaç demek mümkün değildir. Bir öğrencinin hukuk okumaktaki amacı aile baskısı ya da bölümün çekiciliği olamaz. Sebep bir süreç teşkil etmez, zaman içinde değişebilir ancak vardır veya yoktur, süreğen değildir. Bir nedene ulaşmak beklenen bir durum değildir ya da bir nedenin bir kısmı tamamlanıp bir kısmı yarım bırakılamaz; bir bütündür. Ancak amaç bir süreç içerir. Tamamen veya kısmen gerçekleşir ya da gerçekleşmez. Amaç ve neden bu yönleriyle birbirlerinden ayrılırlar.
Bu sorgulamayı yapmamdaki maksat; amacın gerçekleştirilmesi için geliştirilen kuramlarda nedenin etkili olduğunu düşünmem. Örneğin Platon’un mağara alegorisinde, yöneticilerin hangi nedenle yönetici konumuna geldikleri önem taşır. Eğer kendileri istedileri için yönetici oldularsa bu kişiler başarılı ya da ideal yöneticiler olarak görülmez; ideal bir yönetici kendisi istemediği halde toplumun isteğiyle yani toplum nedeniyle yönetici olan kişidir. Fakat her ikisinde de yöneticilerin amacı yönetmektir. Amacı gerçekleştirmelerindeki neden onların nasıl birer yönetici olacaklarını belirleyen unsurlardan biridir.
Dolayısıyla hukuk felsefesinde birtakım amaçları gerçekleştirmek üzere oluşturulan kuram, kavram, yöntemlerin nedenlerini bilmemek makaleyi ve aynı zamanda hukuk felsefesinin cevap aradığı soruları anlamamı da zorlaştırdı.
PLATON’UN MAĞARA ALEGORİSİ:
Bana göre Platon mağara alegorisinde gerçeklerin ve düşünülenin farklı olduğunu söylüyor. İnsanlar toplumda var olan ama kaynağının ne olduğu bilmedikleri bir çok şeye gözü kapalı inanabiliyor ve bu inançlara karşı çıkanlara da ya tepki gösteriyor ya da gülünç buluyor. Aslında düşündükleri şey ve gerçek çok farklı ama bunun farkına varamıyorlar. Bunun farkına varanda zincirlerini kırıp mağaradan çıkabilen kişi oluyor. Platon bu kişinin toplumu aydınlatmaya çalışması sonucu toplumun ona olan tepkisini açıkça belirtmiş. Bu söylediği genelleme her ne kadar doğru olsa da bu kişiler olmasa toplum zincirlerinden kurtulamaz. Ayrıca her toplumda aynı tepkiler verildiği de söylenemez. Örneğin yeniliklere açık gelişmiş toplumlarda gülme, alay etme, dışlama gibi tepkiler verilmez. Kısacası Platon’un mağara alegorisine katılsam da her zaman için geçerli olduğunu düşünmüyorum.
Platon’un Devlet klasiği hakkında naçizane görüşlerimi açıklayacak olursam;
Alegoride, mağaradaki insanlar asla hareket edemez haldedir. Ateşin gölgesi sayesinde dışarıdaki nesnelerin, eşyaların, canlıların hareket eden gölgeleri ve kendi gölgelerini görmekten öteye gitmez yaşamları. Kitapta da geçtiği gibi bu adeta bir “kukla” gösterisi gibidir. Kukla gösterisinde hayalbaz, perdenin ardında kuklalarını oynatır. O ne oynatır, ne söylerse seyirci onu görür, ona inanır. Sahnede gördükleri şey sadece gölgelerden ibarettir.
Mağarayı toplum olarak, zincirleri belirli kalıplar olarak, gölgeleri de, kalıplar doğrultusunda şekillenen ve bu taktirde benimsenen “doğrular” olarak düşünürsek; Toplum olarak mağarada yaşamaya alışmışız. Kukla gösterisi izler gibi. Gözlerimiz o karanlığa, bileklerimiz ve boyunlarımız o zincirlere alışmış. Çünkü böyle görmüşüz, böyle yaşamamız istenmiş. Gerçekliğin gölgeler olduğuna inanmışız. Buna öyle körü körüne inandırılmışız ki, kalıplarımızdan çıkıp zincirlerimizi kırma cesaretini bir türlü gösterememişiz. İçimizde bir kişi bu cesareti göstermeye kalktığında ona inanmamış, alay etmişiz, hatta onun bu yeni ve bize yabancı olan düşünceleri hakkında ona zarar verebilecek hale gelmişiz. Çünkü hayatın gerçekliği nedir sorusunu sormayan, düşünmeyen insanlar olmuşuz.
Mağara dışındaki gerçeklik, nesnelerin kendi biçimleri, ışık, insanı “gerçek nedir?” sorusunu sormayı yönlendiriyor. Gerçek deneyimlemektir, sorgulamaktır, gerçeğe ulaşmak için perdeyi kaldırmak, zincirleri gerekir. Felsefe işte bunu sağlar.
En son ulaştığımız yer ise şu olacaktır. İnsan her zaman zincirle doğar. Belki fikirlere, belki inançlara, belki ideolojilere, belki de kültürüne tutsak olmuştur. Ya zincirleri kendi iradesini kullanarak kırıp, ışıkları görecek ve kendini zincirleyenlere karşı çıkacak ya da tutsaklığına sorgulamaksızın devam edip ışığı görenleri cehaletiyle boğacak halde kalacaktır.
Platon’un mağara alegorisine baktığımda kişinin içerisinde bulunduğu topluluğun var olduğuna inandığı gerçekliğe rağmen bireyin kendi gerçekliğini bulabilme hatta yaratabilme yetisine sahip olduğunu görüyorum. Çünkü kişinin düşüncelerinin oluşmasında, dünyayı, çevreyi algılayışının oluşmasında toplumun/çevreyi oluşturan insanların kanıksanamayacak derecede etkisi bulunmaktaysa da kişinin sorgulama yetisi kendisini diğerlerinden ayırmaya başlar.
Eğer ben alegorideki gibi bir mağarada yıllarca tutsak kalmış ve mağarada gördüklerim dışında dış dünyaya ilişkin herhangi bir bilgisi olmayan ve serbest bırakılıp olduğunu düşündüğümden farklı bir gerçekliğin olduğunu deneyimleyen birisi olsaydım nasıl hissederdim, ne yapardım, ne düşünürdüm?
Öncelikle yüz yüze kaldığım yeni gerçekliğin karşısında büyük bir korkuya kapılırdım. Yıllardır içerisinde bulunduğum sınırlı gerçeklikten ciddi farklılıkları bulunan bu yeni deneyimlemenin ben de ürpertici bir his uyandıracağını düşünüyorum.
Karşılaştığım yeni gerçekliği mağaradaki benim gibi yıllarca tutsak kalmış diğer kişilere anlatırsam iki seçenekle tür tepki ile karşılaşacağımı öngörüyorum. Diğer kişilerde korku uyandırma ya da bana karşı nefret “delirdin mi sen” minvalinde tepkilerle karşılaşacağımı düşünürdüm.
Bu düşüncelere rağmen içerisinde bulunduğum merak, korku ve karşılaştığım gerçekliği paylaşma ihtiyacı bir süre sonra bütün içsel dünyamı ele geçirirdi.
Platon hocası Sokrates’in “insan hayatını nasıl yaşamalıdır” sorusunu, “insanın yaşaması gereken hayatı nasıl bir toplumda ya da devlette gerçekleştirebileceği” şeklinde geliştirerek ana düşüncenin adalet, ahlak ve erdemle ilgili meselelerin yanı sıra politik yönlerini de vurgulamaktadır. Bu sorunun ortaya çıkma nedeninin ise, en doğru biçimde yaşamayı hayatının felsefesi edinmiş Sokrates gibi bir filozofun dahi, gölgelere bakmaktan gerçek ışığı kabul edemeyen, aksine bir fikri düşünmeye cesareti bile olmayan bir toplumda ölüme mahkum edilmiş olmasıdır…
Platon’un en önemli metaforlarından biri “mağara” alegorisidir. Mağara metaforu, okuyucuların düşünme, sorgulama ve “uyanma” reflekslerini harekete geçirmelerinde önemli bir rol oynar. İnsan, dışındaki nesneleri deneyimlerken nesneleri adlandırarak etrafındaki dünyayı biçimlendirir. Pekala, insan dışındaki nesneleri, salt kendi aklıyla mı adlandırır? İnsanların toplumda gördükleri şeyler gerçek midir, yoksa bizlere gösterilen, biçimlendirilerek öğretilmiş, oluşturulmuş algılara ya da yansımalara göre mi anlam çıkartırız ve nesneleri adlandırırız? Platon’un mağara metaforunda, “tutsaklar” gerçek olan şeylerin taklitlerine baktıklarından dolayı gerçek olana, doğru bilgiye asla ulaşamazlar. Sürekli bir mağaranın içinde yansıyan gölgelere bakmaya maruz bırakıldıklarından dolayı ve başka hiçbir bakış açısı sunulmadığı için de öğrenme yetenekleri doğru çalışamaz hale gelir, körelirler ve giderek yok olurlar. Tutsaklar istedikleri kadar gördükleri yansımaları adlandırmaya ya da bu nesneler üzerinden akıl yürütmeye çalışsınlar, asla gerçeğe ulaşamayacaklardır çünkü gördükleri şey gerçek değil sadece bir yansımadan ibarettir. Bu metaforu analiz ederken; mağarayı, yansıyan gölgeleri ve tutsakları sorgulamanın yanı sıra bu kukla oynatıcılarının “kim?/ne?/neden?/nasıl?” olduğunu da sorgulamamız gerekmektedir. Kukla oynatıcıları yanlış bilgiyi belirleyenlerdir. Gerçek-ötesi çağda insanlar bir mağaranın içine hapsedilmiş tutsaklar gibidir ana akım medya algılarımızı yönetir. Platon’un metaforundaki gölgelerin karşılığını medya, popülarizm ve moda almalıdır. Yüzyıllardır devam eden kimlik bunalımları, varoluşsal sancılar, birey olamama gibi problemlerin nedeni gölgelerdir. Platon’un mağara metaforuna geri dönecek olursak; alışkanlıkları, gelenekleri değiştirmek çok zor bir meseledir dolayısıyla mağarada tüm günlerini gölgeleri izleyerek ve bu gölgelerin ona gösterdikleri doğrultusunda kafa yorarak geçiren birine güneşi göstermekten önce mağaradan dışarıya çıkmaya ikna etmek oldukça zor olacaktır. Çünkü kişi dünyanın buradan ibaret olduğunu zanneder ve farklı bir çıkış yoluna yabancılaşır, farklı bir çıkış yolu olması düşüncesine dahi yabancılaşır. Tutsak bir gün olur da harekete geçip gölgelerin yansıdığı duvardan, ateşin yandığı duvara doğru bakarsa bu da tutsak için oldukça acı verici olacaktır, hele de bu acıyla yüzleştikten sonra can havli ile mağaradan dışarı doğru yürüyüp çıkarsa, güneşi gördüğünde daha fazla ızdırap çekecektir. Üstelik kendisine ömrü boyunca inandığı şeylerin gerçek olmadığını bir yansımadan ibaret olduğunu söyleyince de inanmayacaktır, karşı çıkacaktır. Tutsak zamanla ve gerçekleri gördükçe alışacak, sorgulamaya başlayacak ve kurtulacaktır, geri dönüp bu kukla oyununu çevresindeki insanlara anlatmak istediğinde ise baskıyla karşılaşacaktır. Zira, gerçek olanı anlattığı kişiler ona gülüp geçecek hatta bu düşüncesinde ısrarcı olursa baskıyla, yaptırımla ve muhtemelen ölümle tehdit edilecektir.
Mağara metaforundan hareketle, yaptığım incelemenin sonucunda, tutsakların sadece kendilerini kurtarmaları, gerçek ışığa ulaşmaları bir işe yaramayacaktır. Çünkü mağara toplumunun geri kalanını oluşturan diğer tutsaklar farklı olanı yok edecektir. Öyleyse kurtulan tutsakların ne yapması gerekir? Öncelikle kukla oynatıcılarını bulup onların yerine geçmesi ve gölgeler vasıtasıyla sorgulamayı, düşünmeyi, farklı bakış açılarını ve harekete geçmeyi gölgeleri izleyen tutsaklara göstermesi ve öğretmesi gerekir. Gölgeler doğru kullanılırsa gerçek bilgiye ulaşma imkanı yaratılmış olacaktır. Bu yöntem ise diğer tutsakların gerçek olana ulaşmaları adına yapılacak ilk adımdan ibarettir. Gerçek ışığı gören aydınlanmış kesimin değerli temsilcilerinin üzerine düşen çok görev vardır. Sadece gölgeleri doğru kullanarak toplumları gerçek olana kavuşturamayacakları açıktır. Dolayısıyla herkes kendi halkının Robinson’u olmak zorundadır. Robinson ıssız bir adada ilkel bir insanı yetiştirerek onun şahsında kültürlü ve bilgili bir arkadaş ve yardımcı edinmiştir. Bugün kurumların bizlere sağladıkları olanaklar doğrultusunda oturarak kendi halkımızın temsilcisi olan milyonlarca insanın; cahil, kandırılmış, kaba ve hatta neredeyse ilkel ve vahşi olduğu nedeniyle söylenip sızlanmamalıyız. Hayatımızın her anında gerçek ışığı aramalı, çevremizdekiler kim olursa olsun mutlaka kaynağını arayacağımız bir yansıma bulmalı ve bu noktada insanlarla fikir alışverişi yaparak bu akıl yürütme araçlarının yayılmasını ve toplumu oluşturan bireylerin özgürce düşünme ve araştırma ortamının oluşturulmasını sağlamalıyız.
Her insan Dünya’ya geldiğinde gerçekleri sadece kendi gördüğünden ibaret sanır. Anne karnındaki bebek Dünya’yı ana karnından ibaret sanır. İnsanlar da sadece gördüklerini gerçek sandıkları için bütün düzenlerini çocukluklarından itibaren sandıkları doğruya göre kurarlar. Ünlerini, mevkilerini, toplumdaki yerlerini sadece gördükleri ve inandıkları gerçeğe göre şekillendirirler. Fakat gerçeği görmek için insanın bir yönden yönlendirilmesi gerekir. Başta gerçekle yüzleşen insan zorlanır ama gerçeğe kavuşunca mutlu olur. Artık gerçeği öğrendiği için kafasında eskiden onun için önemli olan ün, mevki önemsiz hala gelir çünkü bunlar sadece gerçek olduğunu sandığı düzenin bir parçasıdır. İnsan gerçeğe kavuştuktan sonra bunu kullanmalıdır. Gerçeği bilmeyen insanlarla da bunu paylaşmalıdır. Başta sadece gölgeleri gerçek sanan insanlar bu kişiyi umursamazlar, dalga geçerler. O yüzden bunun gerçeğin insanlara çocukluklarından itibaren aşılanması gerekir. İlk önce bir insan gerçeği görür daha sonra diğer insanlara bu gerçeği çocukluklarından itibaren görmeleri için yön verir. Bunu da eğitimle yapar. İnsanlar doğuştan beridir düşünme yetenekleri vardır. Bu düşünme yeteneklerinin iyi veya kötüye çalışması da eğitimle olur ve gerçeği görüp mutlu olmakla. O yüzden insan iyi yönde eğitim görerek gerçeği görmesi sağlanmalıdır ve önemli olan sadece bireyin mutluluğu değil toplumun da mutluluğudur. O yüzden gerçeği gören insan yukarıda bırakılmaz geri mağaraya döndürülür. Çünkü seçkin insan yani gerçeği gören insan kanunlarla, eğitimle insanları belli şeylere inandırarak bir arada tutar. Ve bütün toplumun mutluluğu sağlanmış olur.
bu alegoriye göre bir grup insan karanlık bir mağarada zincirleriyle beraber doğmuştur. Hiçbir şekilde kıpırdayamaz ve başlarını hareket ettiremezler. Gördükleri ve kavrayabildikleri tek şey mağaranın girişine vuran gölgelerdir. Gördükleri bu gölgelere çıkarım yaparlar. Aslında gerçek olmayan bu görülerle büyür ve bu karanlık dünyanın yanlış, dogmatik algılarında kendi kurallarıyla yani zincirleriyle yaşamaya devam ederler. Bu mağaradan zincirleri kırarak çıkabilen birinin durumu nasıl olacaktır? Kendi dünyasından kurallarından ve gerçeklerinden bambaşka bir boyuta geçtiğinde afallayacak ve acı çekecektir. Yeni dünyada yeni kurallarla karşılaştığında aklı ve ruhu bunu özümserken karışacak geride bıraktığı dostlarına üzülecektir. Mağaradaki hayatında bunca zamandır yücelttiği, düşüncelerine saygı duyduğu ve dahi kıskandığı insanların aslında ne büyük bir gaflete kapıldığını düşünüp yeni dünyaya alışmaya çalışacaktır. Zincirleri kıran insanı tekrar o mağaraya kapattığımızda ise mağara toplumu tarafından yadırganacak ve yargılanacaktır. gülünç duruma düşecektir. Oysa bedenleri orada bağlıyken ruhlarının gerçeği görmesi mümkün değildir. Ruhun bu şekilde iyi ve gerçek olana yönelebilmesi için gerekli olan ise eğitimdir.
Platon- Mağara Allegorisi
Platon’un meşhur mağara allegorisinin dayandığı düalizmi hayatın birçok kısmına uygun şekilde düşünebiliyorum. Öyle bilinmezlikler, yanılsamalar içinde yaşıyoruz ki bu benzetmeyi okurken zihnimde birçok kanal açıldı ve aslında düşünüp ifade etmeyi başaramadığım düşüncelerim başkasının kelimeleriyle berraklaştı. Hepimiz tesadüfen ve seçemediğimiz yaşam koşullarının üzerine doğuyoruz ve hayatta keşfedebileceğimiz şeyler çocukluğumuzda bu tesadüfle belirlenmiş oluyor. Eğitim sayesinde Platon’un bahsettiği aydınlıklara yol alıyoruz ve bu yolculuk hiç bitmiyor. Ufkumuz açıldıkça bir adım bile geriye gitmek istemiyoruz. Hatta geride kalanların bakış açılarını sığ bulup bazen rahatsız oluyoruz. Kendimizi mutlu hissetmek için kendi gelişimimiz bile yetersiz kalıyor ve toplumun bütününde bir gelişme görmek istiyoruz. Bu yüzden eğitim kalitesi ve fırsat eşitliğinin artması çok çok önemli. Açılan her ufuk bireyin potansiyelinin ortaya çıkmasını ve bulunduğu topluma sağlayacağı faydayı ifade ediyor. Hukuk açısından bakacak olursak da bilinçlendikçe adalet terazimiz hassaslaşıyor. İnsanlığın vizyonunun gelişmesi her konuda beklentileri de artırıyor böylece her alanda kalitenin artmasını sağlıyor. Birbiri ardına zincirli olan aydınlanma önce insanın aydınlanmasından; insana “bak böyle bir dünya mümkün” demekle başlıyor.
HUKUK FELSEFESİ NEYE DAİRDİR? HUKUK KURAMLARI, TANIMLARI, KAVRAMLARI YA DA KAVRAYIŞLARI MI?* Michael D. Bayles** Çev. Uğur Dinç***
Hukuk Felsefesi’nin başlıca amacı olan görünenin arkasındakini görebilmek ve yüzeysel hukuk fikirlerini derinleştirmek için hukuk kuramlarının varlığı gereklidir. Her ne kadar hukuk kuramlarını tanımlar üzerinden oluşturmak hukukçular tarafından eleştiriliyor olsa da ben hukuk kuramlarının ve tanımlarının birbirini tamamladığı ve birbiri için gerekli olduğu görüşündeyim. Bilginin günden güne kümülatif olarak biriktiği ve yeni tanımların ortaya çıkması sonucu doğduğunda şüphesiz bu tanımlar sağlam bir düşünce temeline oturtulmalıdır. Dworkin’in dediği gibi yorumsal hukuk kavrayışları geliştirmemiz elbette gereklidir fakat bunu gelişimi sağlayacak olan yol da kuramlardan geçer. Bu noktada hukukçular, her kuramı kendi içinde anlamlandırmalı ve bunları mantık çerçevesinde bütünlüğe kavuşturarak hukuk nosyonlarını kazanmalıdırlar.
Platon’un mağara allegorisini okurken tek düşündüğüm bizim toplumumuzdaki ‘cahil’ dediğimiz bilgiye ulaşmak için hiçbir çaba göstermeyip, kendi çevresinde gördüğü, yaşadıklarının doğru ve genel olduğuna emin kişiler geldi. Biz o kişiye ne kadar doğruyu anlatsak, göstersek, eğitim versek bile bir süre gördüklerini kabullenmeyecektir, yadırgayacaktır. Kabullenmesi, doğruyu öğrenmesi zaman alacaktır. Düşündüğü ve yaşadığı toplumda gördüğü doğrunun yanlış olduğunu öğrenen kimse bu durumda yaşadığı toplumu yadırgayacaktır. Öğrendiği doğruyu yaşadığı topluma anlattığında, toplumdan dışlanacak, ayıplanacaktır.
Eğitim gerçekten birini eğitir mi yoksa içimizdeki yaratıcı dünyayı köreltir mi ? Buradaki farkın bireyin üstündeki faydasına göre değişeceğini söylemek gerekir. Şöyle bir örnek verelim eğer iç Anadolu ya da doğu Anadolu’da yaşıyorsak bizim için makul fayda Erzurum Ankara Sivas gibi nispeten bölgemizde bulunan büyük illere gitmek bizim fikirlerimizi geliştirmemiz için daha faydalı olacaktır çünkü bu gibi büyük şehirler kendi özelliklerini kaybetmeden çağı yakalamış şehirlerdir. Eğer ki daha büyük ve coğrafyamızdan biraz daha uzak bölgelere İzmir Çanakkale İstanbul gibi illere gittiğimizde ,bir kıyasa sokmak daha güç olacaktır farklı kültür ve zihniyeti bağdaştırmak daha zor olacaktır bu yüzden buralara ayak uydurmamız ya zor ya da bu süreçte kendi özelliklerimizin kökten yıpranmasına sebebiyet verecektir. Çünkü kıyasa sokamayacak kadar büyük farklar vardır. Tabi ki burada söylediğimiz şeyler günümüz teknolojisiyle etkisi hafiflemişte olsa anlatmak istediğimiz şey eğitimden almak istediğimiz verimin ne olduğudur Eğer ki insanları hizaya sokmaksa amacımız bunu insanlara verdiğimiz bilgiyle yapabiliriz ne kadar az bilgi o kadar kontrol edebilme imkanı ,eğer ki amacımız insanların konforlu bir hayat yaşaması ise bunu da eğitimle yapabiliriz ancak yukarıda söylediğim gibi amacımız üzüm yemek için bağcıyı dövmeye benzememelidir . Yani eğitim gerçekten bir insana zarar da verebilir fayda da.
Aquinas’ın hukuk tanımı beşeri ve pozitif hukuku etikten ayırmayan bir tanıma dayalıydı. Austin ise bundan farklı olarak pozitif hukuku ve diğer meseleleri birbirinden ayırarak hukukun bu ilkelere ihtiyacı olmadığını savunmaktaydı.
Hart hukuk tanımlarının hukuk felsefesinde yeri olmadığını savunur. Bir tanım yaratmak yerine hukuk sistemlerine dair inceleme yapmayı ve hukuk ahlak ve cebir arasındaki farklılıklar üzerinde bir anlayış geliştirmektedir.
Platon’un devlet kitabından alınan kısımda insanların kendierini ve yanlarındakileri ancak ateşin varlığıyla görebildiklerini yani ateşe muhtaç olduklarına yer verilmiş.
Bu bilgilerden özetle hukukun tanımını yapabilmek için çeşitli düşünürlerin birden fazla meseleyi kullandıklarından bahsettik. Aynı ateş olmadan etraftaki gölgeleri göremeyeceğimiz gibi bu meseleler olmadan da hukuka bir tanım yapmak mümkün değildir.
Hukuk sosyolojosi
Platon’a göre “iyi”yi görüp o ışığa alışan insanlar karanlığa, geldikleri yere dönüp oradakilere yardım etmelidir. Kanunların amacı da budur. Bütün toplumu birden yukarı taşımaktır. Ben “iyi”ye ulaşmanın da topluca yapılması gerektiğini ve asıl iyi ideasının o zaman varlığını göstereceğini düşünüyorum. Eğer ki mağara örneğinde mahpusların hepsi ışığa çıkabilirlerse ortada iyiden başka bir şey kalmayacaktır.
Devlet Adlı Kitap Üzerine
Bence Platon’un kullandığı bu metaforda mağaradaki mahpuslar toplumu oluşturan her bireyi yansıtır. Mahkum olmalarının nedeni, zincirlenmeleri ise toplumda oluşan algılar, önyargılar, normallerdir. Bu yapı normali dışlayarak sadece öğrenilmiş, tecrübelenmiş durumlar yaratacak tekdüzeliğe neden olur. Güneş ve aydınlık ise bilgiyi, asıl gerçekleri temsil eder.
Mağarada yaşayan mahpuslar yaşadıkları dönem içerisinde kendi ihtiyaçlarını gidermek için çeşitli yöntemler kullanmışlar. Bunlardan en önemlisi de bence mağaraların içine çizilen sembollerdir. Bu sembollerin birleşimi, seslerle ve birbiriyle uyumu ile dil oluşmaya başlamıştır. Mağarada yaşayan insanlar dil aracılığıyla iletişim kurarak birbiriyle tecrübesini paylaşmıştır. Dil aracılığıyla nesnelere tanımlar atfedecekler, nesneleri düşünceleriyle somutlaştırmaya çalışacaklar. Ancak aydınlığa ulaşıldığında nesnelerin gerçek anlamını kavrayabileceklerdir.
Mağarada yaşayan bu mahpusların ortak tecrübesi ise zincirlerinden dolayı çektikleri acıdır. Ulaşamayacaklarını düşündükleri kadar uzakta, dolambaçlı yola sahip, tepelerinde zincirlerini kırıp ona ulaşmalarını teşvik eden bir güneş vardır. Bu güneşin onlara ne faydası olduğunu bilmeden güneşe bakmak isteyen, ulaşmaya çalışan mahpuslar cesur olanlardandır. Aslında güneş onları aydınlığa sürükleyecek ve kendi tecrübelerinden edindikleri bilgileri, gerçeklerini sorgulatacaktır. Çekmekte oldukları acı ile güneşe ulaşana kadarki çekecekleri acı arasında yapacakları seçimde cesur olan mahpuslar güneşe ulaştığında asıl gerçekleri ve gerçek olduğunu düşündüklerini, öyle zannettiklerini birbirinden ayıracak ve yine bunu paylaşma ihtiyacını hissedecektir. Kanımca topluma faydalı görünen meşru amaç için onu eski yerine o karanlığa götürmek, götürmeye mecbur bırakmak (meşru olmayan araç) mübah değildir. Aydınlığa alışmış mahpusları karanlığa itelemek yerine aydınlığa ulaşmak için çaba gösterenleri, buna meyilli olanları aydınlığa itelemek gerekir. Bu yol, sonuca varılması güç ama mübah olan yoldur.
Sonuçta aydınlığa ulaşmış olan eski mahpuslar halen acı çekmektedir. Geride kalanların varlığını bilmenin yükü ya geri dönüp onlara aydınlanmayı kanıtlamayı, garantilemeyi ya da aydınlıkta kalıp diğerlerini beklemeyi seçmeye zorlayacaktır. Toplumun yararına olanı seçmede izlenilen metot meşru olmadıkça iyiden uzaklaşılacaktır. Geri dönüp diğerlerini kurtarmayı seçerse kendisi oraya zorlanmadan ulaşacak ancak karanlıkta yönünü bulamayacaktır. Eskiden alıştığı karanlık ona adeta bir yabancı gelecektir. Karanlıkta belki de alay konusu edilecektir ama sonuçta gözleri bir süre sonra karanlığa alıştığında diğerleriyle bu tecrübesini paylaşacaktır. Bu gerçekliğe inanıp inanmamaları toplumları birbirinden ayırır. İnanıp harekete geçen toplum modern, inanmayanlar ise ilkel toplum olacaktır. İnananlar doğru bilgiye ulaştıklarında yani ruhlarının o yöne çevrilmesiyle tecrübe edindikleri iyi olanı gelecek nesillere aktarmaya girişeceklerdir.
Hukuk Felsefesi Neye Dairdir? Hukuk Kuramları, Tanımları, Kavramları ya da Kavrayışları mı? Adlı Makale Üzerine
Aquinas’ın hukuk tikelini tanımlarken hedeflediği kuram normatiftir. Bu tanımı bence doğru bir olguya dayanır bu da normlar çıkaran kesimin, toplumun çıkarlarını göz önünde tutması gerektiğidir. Çünkü ancak bu şekilde çıkarılan normlar meşrulaşabilir. Austin ise bu meşrulaştırılabilir normlar kümesine bir sınır getirmeye çalışmamış ve pozitif hukuk tikellerinin meşrulaştırmasının gerek olmadığını düşünmüştür. Bence çıkarılan her norm meşru olmak zorunda değildir ancak toplumda özellikle de aydınlanmış, tecrübelenmiş bir toplumda meşru olmayan herhangi bir durum ani ve büyük tepki toplayacağından yasalar koyan kesimin imajı zedelenir. O toplumun hukuka, hukuk sistemine olan güveni zayıflar. Güvensiz yaşayan toplumun da şüphesiz çağ dışı kalacağı açıktır.
Austin’in hedeflediği kuram ise açıklayıcıdır. Hukuk felsefesinin ve kavramların anlaşılmasını kolaylaştırmayı amaçlamıştır. Hart’a göre ise hukuki kavramları açıklamak yersizdir zira hukukun tanımını soranlar hukuku doğru anlamda kullanma gücüne sahiptir. Bence kavramları doğru anlamda kullanabilme gücü dili kullanabilme, algılayabilme, o dilde düşünebilme yetisi sayesindedir. Örneğin henüz öğrenmekte olduğumuz bir dilin belli kavramlarını hatırlamayabilir ancak doğru yerde kullanmış olabiliriz. Kulak aşinalığı dediğimiz şey de böyledir. Çevreden duyduğumuz yerel adetler, toplumsal alışkanlıklar tecrübe edildikçe bizlere ve yeni nesillere aktarılır.
Hart bir tanıma kuralınca öngörülen ölçütlerden bahsettiğinden belirli bir hukuk sisteminde yapılan geçerli hukukun tanımıyla sistemler arası değişen bu tanımın uygulanma ölçütleri arasında ayrım yapılabileceği konusuna katılıyorum. Gerçekten de günümüzde hukuk sistemlerinin farklılığı dolayısıyla evrensel bir geçerli hukuk tanımı yapılamaz. Ülkelerin uyguladığı rejimlerin farklı oluşu buna engeldir. Hukuk sistemi farklılaşınca uygulanan metotlar, ölçütler de değişeceğinden ikisi arasında ayrım yapılmalıdır.
Dworkin’in ilk itirazında bahsedilen ölçüt kullanılması konusunda ise bence hukukçular aynı ölçütleri kullanamazlar, yine evrensel bir ölçüt bulmak güçtür. Ancak farklı ölçütleri kullanmaları anlaşmazlık durumunu yaratabilir, yaratmayabilir de. Dworkin yorumsal hukuk kavrayışları geliştirmemiz gerektiğine inanır. Bence yorum konusu da kişiden kişiye değişebileceğinden ortak bir kavrayış bulunamayabilir. Hukuk kavrayışı geliştirme fikri de eksiktir. Dworkin’e göre hukuk önermelerinin anlamı onları kullananların kastettikleridir. Hukukçular ise bu önermeleri yorumlayarak doğruluğunu, yanlışlığını veya doğru ya da yanlış olmadıklarını ortaya koyarlar. Bu hususta fikir ayrılıkları olması olağan bir durumdur. Kanımca burada amaçsal yorum ön planda olacaktır. Çünkü önermelerin anlamını ancak kullanan kişilerin amaçladığı anlama ulaşmaktır. Dworkin hukukun inşâen yorumuna girişen kimselerin ortak bir kelime dağarcığına sahip olmalarının zorunlu olduğunu ileri sürmüştür. Bence ortak kelime dağarcığına sahip kişiler yorum yapmaya kalkışırsa aynı sonuca varmaları muhtemeldir. Bu yüzden farklılıktan uzaklaşılır, tekdüzelik durum söz konusu olur. Farklı yorumların varlığının nedeni farklı sistemlerle, bilgilerle, kültürlerle yetişen farklı insanların bulunmasıdır. Yine herkesin zorunlu ve yeterli koşullar üzerinde aynı görüşte olduğunu varsaymak ya da buna inanmak da kanımca yanlıştır. Aynı koşullarda yetişenler aynı görüşte olmayabilir. Çünkü edindikleri hayat tecrübesi farklıdır. Dworkin’e göre hukuk, devlet cebrinin insanlara karşı kullanılmasına meşruiyet sağlar. Bu kanımca Weber’in görüşüyle de paraleldir. Toplumda güç kullanımı belirli ölçüde kabul edilmişse bu güç, meşru otorite olarak kabul edilir.
“Eğer kanunkoyucu hız sınırını saate 55 mil olarak belirleyen bir kanun çıkarmışsa, o takdirde kanunen saatte 55 mil veya daha az hızda seyretmelisin” ifadesi saatte 55 mil veya daha az hızda seyredilmesi gerektiğini ileri sürmez. Bence de bazı acil durumlar ve koşullar daha fazla hızla gidilmesini gerektirebilir. Ambulanslar, itfaiye araçları, polis arabaları gibi.
Bence Nazi kuralları bir hukuk sistemi olarak kabul edilemez. Çünkü hukuktan algıladığım şey farklılıkların bulunduğu toplumda tek bir yasaya tabi kılarak ortak faydayı sağlamaktır. Bunu yaparken eşitsizliği ön plana çıkarmadan adaleti sağlamak temel hedefimiz olmalıdır. Nazi döneminde yapılan işkenceler insanlık dışıdır. O dönemde Nazi kuralları meşrulaştırıldığı için hukuk haline getirildiği izlenimini verebilir. Ancak bu kurallar meşrulaştırılmamalıdır. Bir hukuk sistemi bu ölçüde insanlığa sığar.
Fatma ŞİRİNGÜL
201951164
Platon’un mağara alegorisini inceleyecek olursak 2 farklı dünya betimlediğini görürüz; görünüşler dünyası ve idealar dünyası. Mağaradaki gölgeler, görünüşler dünyasını, mağaranın dışında kalanlar ise ideaları yani gerçekliği temsil eder. Görünüşler dünyası aldatıcıdır. Bir kişi yalnızca zincirlerini kırıp görünüşlerin ötesine bakarak gerçekliğe ulaşabilir. Bunu, sıradan bir insan değil filozoflar başarabilir çünkü sıradan insanlar derinlemesine düşünmektense hemen önünde duran şeylere bakmaktan hoşnutturlar. Filozoflar ise, her gördüğüne inanmaktansa sorgulamayı tercih ederler. Şimdi bu alegoriyi hukuk alanına uygulayacak olursak gölgeleri, hukuk normlarına ve filozofları da hukukçulara benzetebiliriz. Normlar genelleyicidir ve herkes için aynıdır, kanunda yazılanlardan ibarettir. Sıradan bir kişi normların, olaylara olduğu gibi uygulanmasında herhangi bir sakınca görmeyebilir. Hukukçu ise bu şekilde vereceği kararın adaletsiz olacağını bilir. Zira, olaylar her zaman göründüğü gibi olmayabilirler. Doğru kararı verip gerçekliğe ulaşmanın yolu ise faili anlamaktan geçer. Bunun için, zincirleri yani önyargıları kırmamız gerekir ve elbette bu, tarafsızlıkla birlikte mümkün olacaktır. Alegorideki ateş ise şüphesiz hukuk eğitimidir. Nitekim o, gerçekliği hiçbir zaman tam olarak göstermemekle birlikte onun bir yansımasını görmemizi sağlayabilir. Bu yüzden tek başına yeterli olmayıp sağlam bir adalet duygusu ve alanda deneyim de gerektirir. Bu bilinci oluşturmuş bir hukukçunun ise mağaraya geri dönmesi yani eski bakış açısıyla olayları yorumlaması oldukça zor olacaktır tıpkı ilk başta mağaradan çıkmaya çalışırken zorlandığı gibi.
Platon, Devlet kitabında mağara zindanını görünen Dünya’ya benzetmiş ve zindandan çıkan kişinin gerçek Dünya’ya daha da yaklaştığını, daha doğru olduğunu vurgulamış. Buradaki ‘’daha’’ vurgusu ile mağaradan çıkan kişinin aslında hiçbir zaman gerçek Dünya’yı tam anlamıyla göremeyeceğini sadece ona biraz daha yaklaşacağını vurguladığını düşünüyorum. Mağaraya geri döndüğünde arkadaşlarının ona inanmayacağı hatta onu öldüreceği konusunda bir genelleme yapıldığını ve önyargılı olunduğunu düşünüyorum. Anlatılan gerçek Dünya ilk başta o Dünya’yı hiç görmeyenlere ne kadar ütopik gelecek olsa da herkesin tepkisi bunu inkar etmek veya bunu söyleyen kişiyi öldürmek olmaz. İçinde bulunduğu o karanlık görünen Dünya’nın dışında anlatıldığı gibi renkli gerçek bir Dünya olduğu ümidi ve merakı bile o mağaradan çıkmalarına sebep olabilir.
Günlük hayatımızda meydana gelen hukuki sorunların çözümlenmesini, hukuk sistemlerinin daha anlaşılır kılınmasını ve bu sistemlerin geçerli olup olmadığı anlamamızı sağlamak için kuramlar ortaya çıkmıştır. Hukuk felsefesi, hukuki olayların, olguların, sistemlerin daha iyi kavranabilmesi adına birçok kuramdan meydana gelir. Çünkü kişi, mevcut bulunduğu toplumun kurallarına göre davranışlarda bulunur. Toplum da hukukla şekillenir. Toplum ve hukuk bir madalyonun iki yüzü gibi olsa da toplumlara uygulanan hukuk ile ideal hukuk her zaman birbiriyle örtüşmeyebilir. Bu bağlamda pozitif hukuk toplum pratiklerinden yola çıkarak uyuşmazlıklara çözümü amaçlayan hukuktur. Bu da çoğu hukukçuyu sadece sorunlara çözüm arayan kısır döngüye sokup ideal hukuku görmelerine engel oluşturur. Platonun mağara alegorisinde de gerçeği gördüğünü düşünen mağaraya zincirlenmiş insanlar asıl gerçekliği göremezler. Mağaradaki gölgelerin doğru olduğunu kabul ederler. Bu durum, tıpkı toplumca pozitif hukukun doğru kabul edilmesi gibidir.
Platon’un Mağara Allegorisi Hakkında
Hakikate ulaşmak adına ahlak,hukuk ve siyaset hakkındaki görüşlerimizi sorgulamamız gerekir.Görüşler bizi hakikate ulaştırmaz.Hakikate yakınlaştırır.Ancak hakikate ulaşma çabamıza sekte vurmaz.Aynı yolda kalmak bizi geriye götürür. Keza travmalar da.İkisi de birbirinden farklı olsa da sonuç değişmez. Günlük yaşamdaki alışkanlıklarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Aydınlanmak,yolları ne kadar değiştirebildiğimizde gizlidir.Bugün savunduğumuz görüş yarın çıkacak yeni bir görüş sonucu çürüyebilir.Eğer hakikate ulaşma çabasında olursak doğrular doğruları doğuracaktır.Örneğin ahlak ile epistemeyi bağdaştırmak ve sonucunda pragmatik yarar elde etmek herkes için doğru mudur ? sadece yöneten sınıf için mi? Toplum öyle bir felsefi birikime ulaşmalı ki yönetenler yönetileni sanki yönetmiyor algısına kapılmalıyız.Bu da bizim paradoksumuz olmalı.
Teoman Filizer – 201951083
Hart’ın hukuk tanımında lafzi ya da semantik bir tanımla ilgilenmemesi yanlıştır.Hukuku tanımlarken bunlarında dahil edilip o şekilde yorumlanması gerekir.Ayrıca geleneksel,cinsi ve ayrımsal tanım yönteminin yardımcı olacağına inanmaması doğru değildir.Hukuk insanların davranışlarıyla şekillenir ve toplum gelenekleriyle hukukun belirlenmesinde etkin rol oynayan bir ölçüttür.Hart’ın hukukun tanımında soyut ve genel açıklaması ve somut duruma göre değerlendirmemesi de tanımda bir eksiklik oluşturur.
Bilgisizlik ve gerçeği yansıtmayan bir karanlık vardır. Bir de doğruluğu ve çağdaşlığı temsil eden yeryüzü, aydınlık dünya vardır. İnsanı doğruluğa götüren yolda eğitimle çağdaş gerçekleri görebilecek aydınlık yolda yürütürsek aslolan yeryüzü yani gerçekliğe ulaştırılır. Ve bu yolda yürütmek zordur. İnsanlar yaratılışlarından olsa gerek kendi doğruları ve yanlışları kendi doğru bildikleri vardır, bu doğruluğa götüren yolda kolayca yürütmenin tek yolu çocukluktan itibaren doğruluğu gerçekliği aşılamaktır yani zihni melekeleri yerli yerinde olmadan çocukluktan itibaren alıştırılırsa o yolda bizlerin doğru olarak gösterdiği yolda kolayca yürüyebilir. Yeryüzüne ve aydınlığa çıkmayı ise makam, mevki metaforu ile açıklamaya çalışırsam şöyle bir benzetmeyle anlatılabilir. Yeryüzüne çıkmış kişi en üst idari amir , karanlıkta kalmış ise daha az eğitim almış bir alt basamaktaki görevli kişi dersek üstte görev yapan kişiyi tekrar karanlığa götürürsek kendisi için bir çöküş süreci olacaktır fakat yaptığı işin ne kadar kıymetli olduğu ve alt basamakları atadığı kişilerinde gerekli ve işin yürütülmesi açısından gerekli olduğunu anlayacaktır. Bu durum aslında sistemin daha düzgün yürümesine yol açacağını düşünüyorum üst yönetici kişilerinde zamanında o yollarda yürüdüklerini her an o yollarda yürümelerinde bir engel olmadığı o kişilerinde önemli olduğunu göstermektedir. Fakat bu tip bir düzenleme yani üst yöneticilerin altta sonra üstte görev yapacaklarına dair düzenleme sistemi iyileştirmez aynı eski düzene dönüştürür diye düşünüyorum çünkü bu tip düzenleme kanıksanmış bir duruma dönüştürecektir. Üstten alta düşmüş kişilerin düşüncelerine ve görüşlerine önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü bu tip kişi aydınlığı yani gerçekliği de görmüş altı karanlığı bilgisizliği de görmüş yani dünyada olup bitecek tüm durumları görmüş kişilerdir ve bu kişilerin düşüncelerinden yararlanılmasını, alttan üste çıkmış gözleri kamaşmış tabiri caizse bilgi zehirlenmesi yaşayan kişilerin ise karanlıktaki kişiler için yapacağı düzenlemenin gerçeği yansıtması için o kişiler arasında yer almış ordan gelmiş ve halen onların eğitimsizliklerinin kaynağını biliyor olan kişilerin yapması gerektiğini düşünüyorum. Hukuk nedir veya hukuk neye dair olduğuna ilişkin görüşüm ise hukuk doğru olanın normal karşılanmasına yönelik olmadığını düşünüyorum çünkü her insanın görüşü farklıdır, din ile hukuk aynı yönde olmayabilir ve o dine inanan insanlar hukukun empoze etmeye çalıştığını değil kendi inandığını yapmaya çalışacaktır. Bu nedenle hukukun her söylediği doğru olmayabilir veya doğru olabilir. Hukuk belirsiz bir normlar bütünüdür ve ilanihaye bu şekilde olacağını düşünüyorum.
Platon’un mağara allegorisi bence aydınlığa erişmenin ve bu erişilen aydınlığın paylaşılması yükümlüğünün o kişide ortaya çıkmasını gösteriyor. Aydınlanan insan kendi dışsal gerçekliğinin farkına vararak bunu bu açıdan noksan kalanlara aktarmaya çalışması bence filozofların görevlerinin ne kadar zor olduğunu ve bulunduğu zaman ve coğrafi konuma göre karşılaşacağı tepkiyi ortaya koyuyor. Kişinin çıktığı karanlığın etkisinden bir süre kurtulamayışı her ne kadar filozof için de zor olsa toplumun yeni düşüncelere yani bu allegorideki aydınlığa bir anda uyum göstermesi kanımca söz konusu olamaz bu nedenle benim bu metinden çıkarttığım kadarıyla aydınlanmanın yeni düşüncelere karşı açıklık olduğu ve bunu diğer insalara aktarmak için gerekli efor ve zamanın sarf edilmesi gerektiği ayrıca içinde bulunduğumuz durumlar neticesinde kendimize çizdiğimiz sınırlar ve oluşturduğumuz kalıplardan kurtulmak için çaba sarf etmenin gerekliliğidir.
Platon mağara metaforunu kullanarak bilgisizliğin karanlık, bilgi ve gerçeğin ise aydınlık olduğunu belirtmiştir. Aslında biz insanlar mağaranın içinde gördüğümüz ilüzyonlarla daha mutluyuz. Yani bilgisiz bir şekilde. Daha mutlu olduğumuz için de illüzyon perdesini aralamak istemeyiz. Aralamayı başaranları ise toplum olarak “aşırı”, “bölücü” olarak görürüz. Çünkü gerçek bizim için ne kadar aydınlık(bize iyi gelecek olan) olsa da, aydınlık çoğu zaman gözümüzü acıtır. Bu yüzden karanlıkta kalmayı tercih ederiz. Aslında bu basit bir şekilde anlatılırsa eldeki kuş teldeki kuş muhabbeti. Elimizdeki kuş karanlık, teldeki kuş ise aydınlık. Ama insanlar olarak bize eldeki kuşu bırakıp da teldeki kuşa yönelmek zor geliyor. Bunun en basit örneğini Anadolu’nun kırsal kesiminde görebiliriz. Kırsal kesimden çıkıp da tahsil almış birisi, geri kırsal kesime döndüğünde artık buradaki toplum içinde yer edinme savaşının yersiz, önemsiz olduğunu görür. Artık geldiği yere adapte olamaz bu kişi. Çünkü aydınlığı görmüştür artık karanlığa eskisi gibi kolay bir şekilde alışamaz. Anadolu insanının bu durumla ilgili çok güzel bir sözünün olduğunu düşünüyorum. “Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez.” Bunu genelde kınama amacıyla söylerler. Aslında tüm bu durumu özetleyen bir söz. Yumurtadan(karanlıktan) çıkıp da gerçek dünyayı görmüş biri artık çıktığı yumurtanın kabuğunu beğenmez.
platonun mağara alegorisi üzerine yorumum:
burada mağara kişinin zihnini yansıtmaktadır.
mağaradaki zincirli insanlar inanmayı tercih ettikleri düşüncelere bağlı olan insanları çağrıştırıyor. bu insanların zincirleri düşündükleri, inandıkları şeylere olan bağlılıklarını gösteriyor. kafalarını başka yöne çeviremeyecek derecede zincirli olmaları bu insanların kendi ideolojilerinden başka düşüncelere karşı olan tutumunu yansıtıyor. özgür bırakılan mahkum mağaradan çıktığı anda gözleri acıyor ve ışığa bakamıyor. Bu durum kişilerin inandıkları düşüncelerin aksine bir olay gerçekleştiği zaman verdikleri tepkilere benzemektedir. mahkum mağara duvarında izlediği gölgelerin gerçeklik olmadığını anladığı anda farklı bilgileri almaya açık hale gelmişti. mahkum aşama aşama her şeyi deneyimledikten sonra güneşe bakabiliyor. burada güneş gerçek bilginin kendisidir. tüm hayatını bu şekilde tek bir düşünce çevresinde geçiren insanlar düşüncesinin tersi gerçekleştiği zaman hayatını oluşturan temellerin çöktüğünü görecektir ve bu durumu kimse istemez. çocukluğundan beri bir ideolojiye bağlı olan insanlar bu ideolojilerin aksi ispatlanmış olsa bile bu durumu kabullenmek istemezler. yanlış olanın doğrusunu göstermek insanlarda ters tepip onları inandıkları düşünceye daha da bağı hale getirebiliyor. bunun sebebi ise ideolojisine bağlı insanlara inandıklarının tam tersini bir anda göstermektir. bu mağarada zincirleri çözülen mahkumun geri dönüp diğer mahkumlara gerçekliği göstermesiyle örtüşen bir durumdur.
Platon’un Devlet kitabında yapılan mağara benzetmesine günümüzden örnekler verilebilir. Kendini toplumdan soyutlamış belli başlı uğraşları hayatlarının merkezi haline gelmiş olan insanlar da aslında mağarada bulunan mahpuslara benzerler. Yapılan benzetmede mağaradan çıkıp ”gerçek” ile karşılaşan insanların tekrar eskiye dönmek istemeyecekleri kendi ”mutlu” ülkelerini buldukları yazmaktadır. Ancak ”gerçek” ile karşılaşan insanların yaşadığı aydınlanmanın çok bencil bir aydınlanma olarak belirtildiğindi düşünüyorum. Kendi mutlu ülkesini bulanların tek başlarına bu mutluluklarını yaşayamayacaklarını anlamaları ve ”gerçek” ile henüz karşılaşmamış olanlara gerçeğe ulaşmaları konusunda yol gösterme bilinci kazanmaları gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu bilinci kazanamamışlarsa yaşadıkları durum bir aydınlanmadan ziyade başka bir mağaranın içine girmek olarak benzetilebilir.
Hukuk felsefesi dersine yeni başladığımız için ve felsefeye dair tartışmaları anlamakta zorlandığım için fikir belirtmek yerine anlayamadığım noktaları açıklamanın daha faydalı olacağını düşündüm.
Makalede hukuk felsefesinin hukuka, hukuk sistemlerine dair kuramlar, kavramlar vs. geliştirdiği ve bu kuramların amaç ya da hedeflerinin farklılaştığı söyleniyor ancak farklı amaçlar taşıyabilen bu kuramların ‘neden’lerini anlayamıyorum. Hukuk felsefesinde farklı amaçlarla birtakım kuramlar geliştirilmesi bunların neden yapıldığına dair bir cevap içermez ya da içermiyor olabilir. Örneğin bir kişinin hukuku ilgi çekici bulması, prestijli bir bölüm olarak görmesi ya da aile baskısı gibi etkenler o kişinin hukuk okuması için bir ‘neden’ olabilir ancak aynı zamanda bu nedenlere amaç demek mümkün değildir. Bir öğrencinin hukuk okumaktaki amacı aile baskısı ya da bölümün çekiciliği olamaz. Sebep bir süreç teşkil etmez, zaman içinde değişebilir ancak vardır veya yoktur, süreğen değildir. Bir nedene ulaşmak beklenen bir durum değildir ya da bir nedenin bir kısmı tamamlanıp bir kısmı yarım bırakılamaz; bir bütündür. Ancak amaç bir süreç içerir. Tamamen veya kısmen gerçekleşir ya da gerçekleşmez. Amaç ve neden bu yönleriyle birbirlerinden ayrılırlar.
Bu sorgulamayı yapmamdaki maksat; amacın gerçekleştirilmesi için geliştirilen kuramlarda nedenin etkili olduğunu düşünmem. Örneğin Platon’un mağara alegorisinde, yöneticilerin hangi nedenle yönetici konumuna geldikleri önem taşır. Eğer kendileri istedileri için yönetici oldularsa bu kişiler başarılı ya da ideal yöneticiler olarak görülmez; ideal bir yönetici kendisi istemediği halde toplumun isteğiyle yani toplum nedeniyle yönetici olan kişidir. Fakat her ikisinde de yöneticilerin amacı yönetmektir. Amacı gerçekleştirmelerindeki neden onların nasıl birer yönetici olacaklarını belirleyen unsurlardan biridir.
Dolayısıyla hukuk felsefesinde birtakım amaçları gerçekleştirmek üzere oluşturulan kuram, kavram, yöntemlerin nedenlerini bilmemek makaleyi ve aynı zamanda hukuk felsefesinin cevap aradığı soruları anlamamı da zorlaştırdı.
PLATON’UN MAĞARA ALEGORİSİ:
Bana göre Platon mağara alegorisinde gerçeklerin ve düşünülenin farklı olduğunu söylüyor. İnsanlar toplumda var olan ama kaynağının ne olduğu bilmedikleri bir çok şeye gözü kapalı inanabiliyor ve bu inançlara karşı çıkanlara da ya tepki gösteriyor ya da gülünç buluyor. Aslında düşündükleri şey ve gerçek çok farklı ama bunun farkına varamıyorlar. Bunun farkına varanda zincirlerini kırıp mağaradan çıkabilen kişi oluyor. Platon bu kişinin toplumu aydınlatmaya çalışması sonucu toplumun ona olan tepkisini açıkça belirtmiş. Bu söylediği genelleme her ne kadar doğru olsa da bu kişiler olmasa toplum zincirlerinden kurtulamaz. Ayrıca her toplumda aynı tepkiler verildiği de söylenemez. Örneğin yeniliklere açık gelişmiş toplumlarda gülme, alay etme, dışlama gibi tepkiler verilmez. Kısacası Platon’un mağara alegorisine katılsam da her zaman için geçerli olduğunu düşünmüyorum.
Platon’un Devlet klasiği hakkında naçizane görüşlerimi açıklayacak olursam;
Alegoride, mağaradaki insanlar asla hareket edemez haldedir. Ateşin gölgesi sayesinde dışarıdaki nesnelerin, eşyaların, canlıların hareket eden gölgeleri ve kendi gölgelerini görmekten öteye gitmez yaşamları. Kitapta da geçtiği gibi bu adeta bir “kukla” gösterisi gibidir. Kukla gösterisinde hayalbaz, perdenin ardında kuklalarını oynatır. O ne oynatır, ne söylerse seyirci onu görür, ona inanır. Sahnede gördükleri şey sadece gölgelerden ibarettir.
Mağarayı toplum olarak, zincirleri belirli kalıplar olarak, gölgeleri de, kalıplar doğrultusunda şekillenen ve bu taktirde benimsenen “doğrular” olarak düşünürsek; Toplum olarak mağarada yaşamaya alışmışız. Kukla gösterisi izler gibi. Gözlerimiz o karanlığa, bileklerimiz ve boyunlarımız o zincirlere alışmış. Çünkü böyle görmüşüz, böyle yaşamamız istenmiş. Gerçekliğin gölgeler olduğuna inanmışız. Buna öyle körü körüne inandırılmışız ki, kalıplarımızdan çıkıp zincirlerimizi kırma cesaretini bir türlü gösterememişiz. İçimizde bir kişi bu cesareti göstermeye kalktığında ona inanmamış, alay etmişiz, hatta onun bu yeni ve bize yabancı olan düşünceleri hakkında ona zarar verebilecek hale gelmişiz. Çünkü hayatın gerçekliği nedir sorusunu sormayan, düşünmeyen insanlar olmuşuz.
Mağara dışındaki gerçeklik, nesnelerin kendi biçimleri, ışık, insanı “gerçek nedir?” sorusunu sormayı yönlendiriyor. Gerçek deneyimlemektir, sorgulamaktır, gerçeğe ulaşmak için perdeyi kaldırmak, zincirleri gerekir. Felsefe işte bunu sağlar.
En son ulaştığımız yer ise şu olacaktır. İnsan her zaman zincirle doğar. Belki fikirlere, belki inançlara, belki ideolojilere, belki de kültürüne tutsak olmuştur. Ya zincirleri kendi iradesini kullanarak kırıp, ışıkları görecek ve kendini zincirleyenlere karşı çıkacak ya da tutsaklığına sorgulamaksızın devam edip ışığı görenleri cehaletiyle boğacak halde kalacaktır.
Platon’un mağara alegorisine baktığımda kişinin içerisinde bulunduğu topluluğun var olduğuna inandığı gerçekliğe rağmen bireyin kendi gerçekliğini bulabilme hatta yaratabilme yetisine sahip olduğunu görüyorum. Çünkü kişinin düşüncelerinin oluşmasında, dünyayı, çevreyi algılayışının oluşmasında toplumun/çevreyi oluşturan insanların kanıksanamayacak derecede etkisi bulunmaktaysa da kişinin sorgulama yetisi kendisini diğerlerinden ayırmaya başlar.
Eğer ben alegorideki gibi bir mağarada yıllarca tutsak kalmış ve mağarada gördüklerim dışında dış dünyaya ilişkin herhangi bir bilgisi olmayan ve serbest bırakılıp olduğunu düşündüğümden farklı bir gerçekliğin olduğunu deneyimleyen birisi olsaydım nasıl hissederdim, ne yapardım, ne düşünürdüm?
Öncelikle yüz yüze kaldığım yeni gerçekliğin karşısında büyük bir korkuya kapılırdım. Yıllardır içerisinde bulunduğum sınırlı gerçeklikten ciddi farklılıkları bulunan bu yeni deneyimlemenin ben de ürpertici bir his uyandıracağını düşünüyorum.
Karşılaştığım yeni gerçekliği mağaradaki benim gibi yıllarca tutsak kalmış diğer kişilere anlatırsam iki seçenekle tür tepki ile karşılaşacağımı öngörüyorum. Diğer kişilerde korku uyandırma ya da bana karşı nefret “delirdin mi sen” minvalinde tepkilerle karşılaşacağımı düşünürdüm.
Bu düşüncelere rağmen içerisinde bulunduğum merak, korku ve karşılaştığım gerçekliği paylaşma ihtiyacı bir süre sonra bütün içsel dünyamı ele geçirirdi.
BİR KUKLA GÖSTERİSİ; MAĞARADAKİ YANSIYAN GÖLGELER
Platon hocası Sokrates’in “insan hayatını nasıl yaşamalıdır” sorusunu, “insanın yaşaması gereken hayatı nasıl bir toplumda ya da devlette gerçekleştirebileceği” şeklinde geliştirerek ana düşüncenin adalet, ahlak ve erdemle ilgili meselelerin yanı sıra politik yönlerini de vurgulamaktadır. Bu sorunun ortaya çıkma nedeninin ise, en doğru biçimde yaşamayı hayatının felsefesi edinmiş Sokrates gibi bir filozofun dahi, gölgelere bakmaktan gerçek ışığı kabul edemeyen, aksine bir fikri düşünmeye cesareti bile olmayan bir toplumda ölüme mahkum edilmiş olmasıdır…
Platon’un en önemli metaforlarından biri “mağara” alegorisidir. Mağara metaforu, okuyucuların düşünme, sorgulama ve “uyanma” reflekslerini harekete geçirmelerinde önemli bir rol oynar. İnsan, dışındaki nesneleri deneyimlerken nesneleri adlandırarak etrafındaki dünyayı biçimlendirir. Pekala, insan dışındaki nesneleri, salt kendi aklıyla mı adlandırır? İnsanların toplumda gördükleri şeyler gerçek midir, yoksa bizlere gösterilen, biçimlendirilerek öğretilmiş, oluşturulmuş algılara ya da yansımalara göre mi anlam çıkartırız ve nesneleri adlandırırız? Platon’un mağara metaforunda, “tutsaklar” gerçek olan şeylerin taklitlerine baktıklarından dolayı gerçek olana, doğru bilgiye asla ulaşamazlar. Sürekli bir mağaranın içinde yansıyan gölgelere bakmaya maruz bırakıldıklarından dolayı ve başka hiçbir bakış açısı sunulmadığı için de öğrenme yetenekleri doğru çalışamaz hale gelir, körelirler ve giderek yok olurlar. Tutsaklar istedikleri kadar gördükleri yansımaları adlandırmaya ya da bu nesneler üzerinden akıl yürütmeye çalışsınlar, asla gerçeğe ulaşamayacaklardır çünkü gördükleri şey gerçek değil sadece bir yansımadan ibarettir. Bu metaforu analiz ederken; mağarayı, yansıyan gölgeleri ve tutsakları sorgulamanın yanı sıra bu kukla oynatıcılarının “kim?/ne?/neden?/nasıl?” olduğunu da sorgulamamız gerekmektedir. Kukla oynatıcıları yanlış bilgiyi belirleyenlerdir. Gerçek-ötesi çağda insanlar bir mağaranın içine hapsedilmiş tutsaklar gibidir ana akım medya algılarımızı yönetir. Platon’un metaforundaki gölgelerin karşılığını medya, popülarizm ve moda almalıdır. Yüzyıllardır devam eden kimlik bunalımları, varoluşsal sancılar, birey olamama gibi problemlerin nedeni gölgelerdir. Platon’un mağara metaforuna geri dönecek olursak; alışkanlıkları, gelenekleri değiştirmek çok zor bir meseledir dolayısıyla mağarada tüm günlerini gölgeleri izleyerek ve bu gölgelerin ona gösterdikleri doğrultusunda kafa yorarak geçiren birine güneşi göstermekten önce mağaradan dışarıya çıkmaya ikna etmek oldukça zor olacaktır. Çünkü kişi dünyanın buradan ibaret olduğunu zanneder ve farklı bir çıkış yoluna yabancılaşır, farklı bir çıkış yolu olması düşüncesine dahi yabancılaşır. Tutsak bir gün olur da harekete geçip gölgelerin yansıdığı duvardan, ateşin yandığı duvara doğru bakarsa bu da tutsak için oldukça acı verici olacaktır, hele de bu acıyla yüzleştikten sonra can havli ile mağaradan dışarı doğru yürüyüp çıkarsa, güneşi gördüğünde daha fazla ızdırap çekecektir. Üstelik kendisine ömrü boyunca inandığı şeylerin gerçek olmadığını bir yansımadan ibaret olduğunu söyleyince de inanmayacaktır, karşı çıkacaktır. Tutsak zamanla ve gerçekleri gördükçe alışacak, sorgulamaya başlayacak ve kurtulacaktır, geri dönüp bu kukla oyununu çevresindeki insanlara anlatmak istediğinde ise baskıyla karşılaşacaktır. Zira, gerçek olanı anlattığı kişiler ona gülüp geçecek hatta bu düşüncesinde ısrarcı olursa baskıyla, yaptırımla ve muhtemelen ölümle tehdit edilecektir.
Mağara metaforundan hareketle, yaptığım incelemenin sonucunda, tutsakların sadece kendilerini kurtarmaları, gerçek ışığa ulaşmaları bir işe yaramayacaktır. Çünkü mağara toplumunun geri kalanını oluşturan diğer tutsaklar farklı olanı yok edecektir. Öyleyse kurtulan tutsakların ne yapması gerekir? Öncelikle kukla oynatıcılarını bulup onların yerine geçmesi ve gölgeler vasıtasıyla sorgulamayı, düşünmeyi, farklı bakış açılarını ve harekete geçmeyi gölgeleri izleyen tutsaklara göstermesi ve öğretmesi gerekir. Gölgeler doğru kullanılırsa gerçek bilgiye ulaşma imkanı yaratılmış olacaktır. Bu yöntem ise diğer tutsakların gerçek olana ulaşmaları adına yapılacak ilk adımdan ibarettir. Gerçek ışığı gören aydınlanmış kesimin değerli temsilcilerinin üzerine düşen çok görev vardır. Sadece gölgeleri doğru kullanarak toplumları gerçek olana kavuşturamayacakları açıktır. Dolayısıyla herkes kendi halkının Robinson’u olmak zorundadır. Robinson ıssız bir adada ilkel bir insanı yetiştirerek onun şahsında kültürlü ve bilgili bir arkadaş ve yardımcı edinmiştir. Bugün kurumların bizlere sağladıkları olanaklar doğrultusunda oturarak kendi halkımızın temsilcisi olan milyonlarca insanın; cahil, kandırılmış, kaba ve hatta neredeyse ilkel ve vahşi olduğu nedeniyle söylenip sızlanmamalıyız. Hayatımızın her anında gerçek ışığı aramalı, çevremizdekiler kim olursa olsun mutlaka kaynağını arayacağımız bir yansıma bulmalı ve bu noktada insanlarla fikir alışverişi yaparak bu akıl yürütme araçlarının yayılmasını ve toplumu oluşturan bireylerin özgürce düşünme ve araştırma ortamının oluşturulmasını sağlamalıyız.
Her insan Dünya’ya geldiğinde gerçekleri sadece kendi gördüğünden ibaret sanır. Anne karnındaki bebek Dünya’yı ana karnından ibaret sanır. İnsanlar da sadece gördüklerini gerçek sandıkları için bütün düzenlerini çocukluklarından itibaren sandıkları doğruya göre kurarlar. Ünlerini, mevkilerini, toplumdaki yerlerini sadece gördükleri ve inandıkları gerçeğe göre şekillendirirler. Fakat gerçeği görmek için insanın bir yönden yönlendirilmesi gerekir. Başta gerçekle yüzleşen insan zorlanır ama gerçeğe kavuşunca mutlu olur. Artık gerçeği öğrendiği için kafasında eskiden onun için önemli olan ün, mevki önemsiz hala gelir çünkü bunlar sadece gerçek olduğunu sandığı düzenin bir parçasıdır. İnsan gerçeğe kavuştuktan sonra bunu kullanmalıdır. Gerçeği bilmeyen insanlarla da bunu paylaşmalıdır. Başta sadece gölgeleri gerçek sanan insanlar bu kişiyi umursamazlar, dalga geçerler. O yüzden bunun gerçeğin insanlara çocukluklarından itibaren aşılanması gerekir. İlk önce bir insan gerçeği görür daha sonra diğer insanlara bu gerçeği çocukluklarından itibaren görmeleri için yön verir. Bunu da eğitimle yapar. İnsanlar doğuştan beridir düşünme yetenekleri vardır. Bu düşünme yeteneklerinin iyi veya kötüye çalışması da eğitimle olur ve gerçeği görüp mutlu olmakla. O yüzden insan iyi yönde eğitim görerek gerçeği görmesi sağlanmalıdır ve önemli olan sadece bireyin mutluluğu değil toplumun da mutluluğudur. O yüzden gerçeği gören insan yukarıda bırakılmaz geri mağaraya döndürülür. Çünkü seçkin insan yani gerçeği gören insan kanunlarla, eğitimle insanları belli şeylere inandırarak bir arada tutar. Ve bütün toplumun mutluluğu sağlanmış olur.