4. Hafta konusuna dair aşağıda paylaşılan makalelerden, başlığı belirtilenlerin okunması ve haklarında 16 Mart Çarşamba günü 19:00′a kadar reaksiyon paragrafı yazılıp gönderilmesi gerekmektedir. Diğer makalelerin okunması tavsiye edilir.
“Tabii Hukukun Epistemolojik Tahlili (Selahattin Keyman)”
“Tabi Hukukun Tabi Neticesi ya da Laik Hukukun Kökleri (Cengiz Otacı)”
“St. Thomas Acquinas”
Aquinas Tanrı’ya dair görüşlerini felsefi bir bakış açısıyla değil, teolojik bakış açısıyla ifade etmiş. Tanrı’yı anlatmak ya da dini incelemek istersek bu öncelikle ruhsal tahlillerle mümkündür. Bu da aslında felsefi bir görüş olmaktan çok, daha soyut bir yaklaşım olacaktır.
İslam filozofları dini ve Tanrı’yı daima akla uydurarak anlatıyor. Bunu en berrak şekilde görmek için dine İnanmayan bir kişinin sorularına ve filozofların buna verdiği cevaplara bakabiliriz. Dini bir inanca sahip olmayan ya da Tanrı diye bir varlığın olmadığına inanan bir kimsenin ne kadar ikna olabildiği bize aklın Tanrı’yı anlatmak noktasındaki hünerini vurgular diye düşünüyorum.
Aquinas kanaatimce bazı yerlerde kendi düşünceleriyle de çelişiyor. Örneğin yoktan var olmanın akılla ifade edilemeyeceğini söylüyor ve buradan anladığımız ruh ile algılanması oluyor. Fakat ardından ruhun ise ezeli olmadığını ana rahmiyle başladığını belirtiyor. O halde bu durumda ruhların içinden ana rahmine nasıl geldiğimizi de hiçbir zaman algılayamayacağız.. Çünkü Aquinas aslında hala akılla izah etme çabasında.. Ona göre ana rahmine düşüyoruz ve ruhumuzu kazanıyoruz. Ruhun böyle materyalizm anlayışına benzeyen bir kavram olarak açıklanmasına katılmıyorum.
Ölümden sonraki diriliş hakkında bedenlerimizin de dirileceği görüşüne de inanmıyorum, katılmıyorum. Gerek İncil’de gerek Kuranı Kerim’de yeme içmenin, mutluluğun ya da herhangi bir yaşamsal fonksiyonun dünya hayatından tamamen farklılaşmış bir şekilde olacağı birçok yerde vurgulanıyor. Bedensel zevk yoksa neden bedenlerimizle diriliyoruz? diyeceğim ki aklıma şu geliyor. Belki de Aquinas yeni bir bedenle, ikinci bir hayata özgü bir bedenle buluşacağımızı söylüyor..
Tabii Hukuk Doktrinin Epistemolojik Tahlili Üzerine
Klasik Yunan tabii hukuk felsefesine göre olması gerekenin olana eşit sayılması kanımca mümkün değildir. Metinde bahsedilen tabii hukuktan kaynaklanan davranış kuralları tabii hukukla eşit düzeyde görülmüştür. Ancak tabii hukuk birçok özelliğiyle müspet hukuktan ayrılır. Örneğin tabii hukuk soyut, evrenseldir, emredici değildir, müeyyideyle desteklenmemiştir. Zaten bir şey başka bir şeyden doğuyorsa ona eşit sayılamaz.
İnsanın bir alandaki tabii eğilimlerinin (olan) gözlemlenmesinden, o alana ait hukuk normları (olması gereken) çıkartılır. Burada her insana ortak değerler, amaçlar atfedilirse o hukuk normlarına ulaşılır. Herhangi bir insanın eğilimleri olması gerekeni vermeyebilir. Örneğin dürüst, makul ve orta zekâlı bir insanın göstermesi gereken özenden bahsedilerek soyut ve evrensel olan dürüstlük kuralı varsayılan makul kişiyle somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Makul kişinin davranışları olması gerekendir. Mahkemeler de bunu somut olaya uygulayarak uyuşmazlıkları çözer.
Tabii hukukun temel aksiyomlarından biri hukukun bilim olma zorunluluğu bulunmadığıdır. Hukukun olan ile ilgilenmesi gerektiğini söyleyenler hukukun bilim olduğunu savunurlar. Ancak hukuk sadece olanla ilgilenmez, olması gerekenleri de içinde barındırır. Hukuk bilimdir diyebilmek adına olması gerekeni, değerleri dışlamak bizi gerçeklikten uzaklaştırır.
Temel normun açıklanmasındaki zorluklar nedeniyle tabii hukuk doktrinine dönüştüğünü düşünen yazarlara katılmıyorum. Temel norm bir varsayımdır, bu haliyle de temel normun tanımlanması hukukun tek başına yapabileceği bir iş değildir. (Diğer bilimlerin metodolojisini kullanarak açıklayabilir. Kanımca hukuk da ancak bu şekilde bilim olabilir.) Temel norm olması gerekeni gösterir. Eğer temel norm olana dair olsaydı varsayımdan ileri giderek somutlaşırdı.
Tabi Hukukun Tabi Neticesi ya da Laik Hukukun Kökleri Üzerine
Herakleitos, değişimin ve sürekliliğin belli bir kurala göre olduğunu, bu kuralın da evrende egemen olan kanun ve evrensel akıl olduğunu söylemiştir. Logos adını verdiği evrensel/tanrısal akıl, tabiattaki harikulade işleyişi belli bir kurala göre gerçekleştiriyordu. Logos’u tanıyıp bilen kimse de tabiattaki bu akıl kanununu kendi davranışına uydurmak zorundaydı. Logos’un bilgisine insan aklı nasıl ulaşacaktır? Eğer logos tanrısal bir akıl ise kanunlar da Tanrı’nın bilgisinden kaynaklanacaktır. Antiphon’a göre de insanların koydukları kanunlar isteklere göredir, yani insanların iradesinden kaynaklanır. Fakat tabiattan olanlar zorunludur, Tanrısal bir akıldan kaynaklanır. İnsanlar da Tanrısal aklın bilgisine erişemeyeceklerinden yeni tabiat kanunları yaratamazlar.
Kallikles, tabiat yasasını “orman kanunu” olarak görür. Ona göre tabiat, güçlüye hâkim olma hakkı verir. Hayvanlar doğaları gereği beslenmesi gerekir. Bunun sonucunda da kendisine göre daha zayıf olan avını seçer ve başarılı olur. Doğal seçilim orman kanununun zorunlu bir sonucudur diyebiliriz. O halde güçlü konumda olan bir kişi bulunduğu toplumu yönetmek için toplumun iradesini gerektirecek bir seçime ihtiyaç duymaz. O zaten doğal olarak seçilmiştir. Bu çıkarım daha çok Eskiçağ Mezopotamya devletlerindeki “Tanrıların vekili olarak kral” anlayışına [1] yakındır. Kanımca tabiat kanunlarından çıkarılan beşeri kanunlar yöneticiye meşruluk sağlayabilir. Günümüz anlayışında yaygın olan demokrasi, halkın seçtiği yöneticiye yetki vermesi için beşeri kanuna da ihtiyaç duyar.
Saint Augustin, Çiçeron’dan esinlenerek hakkın tabiattan geldiğini, kanunu doğuran kaynağın akıl olmadığını söylemiştir. Bence devletlerin kuruluşundan önce doğamız gereği birtakım haklara sahiptik, devletlerin kuruluşuyla bu hakların kanunlara konu olması kaçınılmaz oldu. Yani haklarımızla başkalarının haklarını ihlal ederek toplumda kargaşa çıkıyordu. Bunun önlenmesi, durdurulması için müeyyideyle desteklenmiş müspet (beşeri) kanunlar gereklidir. Thomas’ın üç hukuk kuralını sıralaması da bu fikri destekler.
Thomas, Ezeli ve Tabii kanunlara aykırı olan beşeri kanunlara itaat etmek gerektiğini “ilahi kanun hükmünü ihlal etmesi hali müstesna” itirazi kaydıyla söyleyerek aslında sıralamasıyla çelişir. Ezeli kanun İlahi kanunun yansıması olduğuna göre İlahi kanun en üsttedir. İlahi kanunlara aykırı olan beşeri kanuna itaat edilmemesi gerekiyorsa Ezeli ve Tabii kanunlara aykırı olan beşeri kanunlara neden itaat edilmesi gerekir?
[1]: Okay PEKŞEN, Asurlularda Kralların Tanrılar Tarafından Seçilmesi Ve Halka İlânı adlı makalesinden alıntıdır.
Fatma ŞİRİNGÜL
c1951164
Tabi Hukukun Tabi Neticesi ya da Laik Hukukun Kökenleri
Platon’a göre kanunların yapımının filozoflara verilmiş olması ve devletin gücünü kanunlardan değil,yönetici kesimin bilgeliğinden,erdeminden alıyor olması gereklidir ama bu hukukun objektif olmaması sonucunu doğurur.Kanunlar yapılırken o alanda uzmanlaşmış kişiler tarafından yapılması gereklidir.Devlet gücünü kanunlardan alarak hareket etmelidir.
Grotius’a göre kişiler değil,sosyal hadiseler hukuku meydana getirebilir.Sosyal hadiselerin hukuku meydana getirmesi doğru olabilir fakat sosyal hadiselerin oluşumunu kişiler de sağlayabilir.Hatta kişiler bunu sağlayan unsurdur.Toplumsal ya da bireysel yaşanan olaylardan hareketle hukuk meydana getirilir.Hukuk insanların davranışlarını düzenlemek yaptırım gücü oluşturmak için vardır.
Grotius ,devlet iyi de olsa kötü de olsa itaatlerine, emirlerine uyulması gereken bir üst kurumdur der.Eğer hukuka aykırı bir itaat varsa buna uyulmaması gerekir.
Tabi Hukukun Epistemolojik Tahlili
Tabi hukukun temel aksiyomlarından biri hukukun tümdengelime dönüştürülemeyeceğidir.Ama hukukta oluşan boşluklar tümdengelim yoluyla çözümlenebilir yani tümdengelime dönüştürülebilir.
St. Thomas Acquinas
Bütün varlıklar eylemlerini gerçekleştirirken iyiyi amaçladıkları kanaatindedir. Böyle bir şey mümkün değildir.Kötülüğün olmadığını savunur. Ama iyilik varsa kötülük de vardır ve tüm varlıklar iyiyi amaçlamazlar.
TABİİ HUKUK DOKTİRİNİN EPİSTEMOLOJİK TAHLİLİ makalesini okurken öncelikle tabii hukuk normlarından kastedilenin örf-adet kuralları olduğunu düşündüm. Fakat daha sonra geçerliliğini sosyolojik veya normatif bir olgudan değil tabi aklın tezahürü olan kendi içeriğinden alması sebebiyle bu normlardan kastın örf-adet olmadığını anladım. Ayrıca
yaptırımlarının olmaması her ne kadar örf-adet kuralları ile örtüşse de amacının insan hareketlerine değer katması da örtüşmüyordu. Çünkü örf-adet kurallarına uymamanın yaptırımı toplum tarafından dışlanmak veya ayıplanmak olabilirdi. Fakat bu sefer tam olarak tabii hukuk normlarının ne olduğunu kafamda somutlaştıramadım. Tabii hukuk normları aklın ürünü ve bu normlar iyi-kötü, doğru-yanlış şeklinde biraz daha somutlaşabilirler. Fakat bu seferde bize öğretilen doğrular üzerinden yine toplumun sahip olduğu ortak aklın bize işlediği akıl sonucunda bu normlara ulaşabileceğimizi düşünüyorum.
Thomas Aquinas tanrının varlığı, birliği ve sıfatları hakkındaki bilgilerin akılla bulunabileceğini ancak tanrının özünün akıl yoluyla açıklanamayacağını ifade etmiştir. Öz kavramı bir şeyin ana ögesi yani onun benliğidir. Vahiy ve dolayısıyla akıl sayesinde tanrının var olduğunu, sonsuzluğunu ve yarattığı şeyleri anlayabiliriz; ancak tanrının nasıl bir yapıda olduğunu ,tanrıyı tanrı yapan şeyin ne olduğunu açıklamak akıl sınırlarımızın ötesindedir. Bu görüş kutsal kitaplarda da aslında yer almaktadır; tanrının sadece eşsiz, benzersiz ve tek olduğundan bahsedilir, herhangi bir benzetme yapılıp açıklanmamıştır. Aquinas’ın katıldığı, makalede de yer alan görüşlerinin genellikle çoğu Katolikler arasında yaygın olan bir takım görüşlerdir. Kabul ettiği görüşleri savunurken bunların akılla ulaşılabileceğini söylemiştir ancak kitapta tartışmalı olan ve genellikle Katolikler tarafından benimsenmeyen görüşlerin de akıl sonucu ulaşılamayacağını öne sürmüştür. Şahsi fikrime göre Aquinas’ın genellikle tartışmalı olan konularda net bir fikir ileri sürmemesi ve dayanağında da kutsal kitabın dedikleri ile yetinilmesi gerektiğini söylemesi; taraflı, dindar bir kimliğinin olduğunun kanıtıdır.
Mutluluk ruhani bir kavramdır ,kişinin kendi iç dünyası ile ilgilidir. Ahiretten önceki dünyevi yaşamımızda bedenimiz kadar ruhumuzun da mutlu olmaya ihtiyacı vardır. Mutluluk kişiden kişiye değişeceği için mutlak mutluluk ,karşılığı net olmayan bir kavramdır. Tanrıya inanmayan insanların olduğunu da göz önünde bulundurursak bu kavramın ahirette tanrıyı görmek anlamına gelmesi herkesin benimseyebileceği bir düşünce değildir. Ezeli ruhumuz mutlak mutluluğa erişirken onunla gelen bedenimizin ahirette mutluluğu tadamayacak olması düşüncesi kendi içinde çelişmektedir. Özet olarak Aquinas felsefeyi bir amaç olarak değil kutsal kitapta yazılanları anlamak ve desteklemek için kullanılan bir araç olarak görmüştür. Ancak felsefe soyuttur, sadece dinin açıklanmasında kullanılması onun alanını daraltır ve onu bir nevi somutlaştırır.
St. Thomas Aquinas
Aquinas’ ın alemin ezeliğini savunanların delillerini yetersiz görmektedir alemin yoktan varolduğunu kabul eder ve bu tartışma sonunda ise bunun akılla ispatlanamayacağı bu meselenin bir inanç meselesi olduğunu söyler.
Ben bu konu üzerinde duracağım. Burda ki temel unsur “iman”dır. İman sadece akılla veya sadece teslimiyetle gidilemeyecek bir yoldur. Eğer sadece maddesel yaklaşımla yani akılla tanrı kavramını kavramaya çalışırsak bunu kavramayız çünkü akıl bir noktada durur ve bazı şeyleri açıklayamaz. Örneğin”bu dünyaya neden geldim, benim bu dünyada ki bulunma amacım ne, yaşamanın amacı ne , bu ölümün manası ne, ” gibi soruları akılla cevaplandıramayız cevaplandırsak bile manalandıramayız.
Sadece teslimiyetle yol alınırsa hiç düşünülmeden kabullenilirse bu sefer kişi hakiki imana ulaşamaz çünkü ne denilirse ona itaat eder. Bu yollada iman(inanç) kavramını anlayamayız.
İman kanaatimce yaşanılan çok özel bir duygudur ne sevgi , üzüntü, öfke gibi sadece hissedilir.
ne de 2+2=4 eder seklinde kavranabilir .Kanaatimce imanı kapalı bir sandığa benzetebiliriz.
Kapalı sandığı açacak anahtar “akıldır” hazinenin içinde ki ni almamızı yani kavramamızı sağlayacak şeyse teslimiyettir.
İmanı(inancı) akıldan ayıran ve ondan daha üstün kılan bir noktaya daha değinmek istiyorum. Eğer gözle görülen bir şeyi inkar edersek ya deli ya da zeka geriliğine sahip olduğumuz ileri sürülür, işte bu husus çok değerlidir eğer iman gözle görülen
yani tanrı,din gibi kavramlar tamamen akılla kavranabilse biz iman etmeyenleri delilik ya da zeka geriliği ile nitelerdik. O yüzden iman gayba imandır.
TABÎ HUKUKUN TABÎ NETİCESİ ya da LÂÎK HUKUKUN KÖKLERİ
Tarihsel sürece bakıldığında yıllardır asıl aranan şey hukukun kaynağının ne olduğudur. Bu kaynak zaman zaman tanrısal ya da insan iradesi olarak görülmüştür. Antik çağlarda tabi hukuk söz konusu olsa da Roma’nın başlarında tabi hukuk kavramı bilinmemektedir çünkü hukukun kaynağını bağlı oldukları dinler olarak görmüşlerdir. Ancak daha sonraları hukuku tanrısal olarak kabul etme fikrine bir süre kimse itiraz etmese bile sonrasında değişen koşullara uygulanması gereken yeni kurallar olduğu fark edilince eski kanunlara itirazlar başlamıştır. Hristiyanlığın doğumuyla kilise laik hukuka geçme düşüncesiyle tabi hukuk kavramını tekrar ortaya çıkarmıştır. Ardından Hobbes, J.J Rousseau gibi bazı düşünürler tabi hukukun kilisenin düşüncelerinden daha farklı olduğunu ve akla dayandığını ileri sürmüşlerdir. Bu düşünürler kanun koyma yetkisini tamamen devlete vermek gerektiğini savunmuşlardır.
Çiğdem Ece ARIKAN
201951016
HIRİSTİYAN DÜŞÜNCESİNDE VE THOMAS AQUINO’DA SİYASİ İKTİDAR KARŞISINDA FERDİN DURUMU ADLI MAKALE ÜZERİNE :
Hıristiyanlık düşüncesinde insan Tanrının ufak bir modeli şeklinde görülür. Tanrı karşısında her insan hür ve eşittir. İnsanın manevi alanına müdahale edilmemelidir. Hıristiyan bir kişi devletten çok dinine bağlı olmalıdır. Onlar için devletten çok manevi mutluluğa ulaşma amacı son noktadır. Gerçek hıristiyan devletin değil dinin emirlerini yerine getiren biri olmalıdır.
Hıristiyanlar devletin sun’i bir oluşum olduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre devlet günahlardan doğan veya doğabilecek kötülükleri engellemek için ortaya çıkmış bir müessesedir. Fakat devletten de önce bireylerin kendi tabi oldukları ilahi düzen devletten de üstündür. Bu ilahi hukuk düzeni devlet kurulsa bile yok olmamış, varlığını bireylerin vicdanında sürdürmüştür.
Devlet müessesesinin getirdiği düzen ile ilahi hukuk düzeni bireylerin farklı ihtiyaçlarına cevap vermeye devam etmiştir. Devlet düzeni fertlerin maddi ihtiyaçlarına cevap verirken , ilahi hukuk düzeni ise fertlerin manevi ihtiyaçlarına cevap vermiştir. Bu ihtiyaçlara cevap verirken de farklı düzenler kurmuşlardır. Bu iki düzenin kendi içlerinde ayrı kanunları ,yöneticileri vs. bulunmaktadır. Böylece kilise – devlet düalizmi doğmuştur. Bu duruma birey kilisenin mi yoksa devletin mi emirlerine uyacaktır?
Hıristiyanlığın başlangıcında eğer bir çatışma varsa bu iktidarlar ayrı bir düzen olarak kabul edilmiştir. Lakin daha sonra çatışma arasında kalan birey çoğu zaman siyasi iktidarın emirlerine yenik düşmüştür.
Thomas AQUİNO’da bireylerin siyasi iktidar karşısındaki durumlarını ele almıştır. Öncelikle bireylerin kanunlar karşısındaki durumunu açıklamıştır.
Aquino kanunları çeşitli sınıflara ayırmış ve bunlar arasında hiyerarşik bir düzen olduğunu söylemiştir. Bu durumda pozitif kanunların tabii kanunlara uygun olması gerekmektedir.
Thomas Aquino ikinci olarak meşru olmayan bir siyasi iktidar karşısında bireyin durumunu ve bireylerin bu meşru olmayan iktidara karşı olan itaatlerini ele almıştır. Ona göre meşru olmayan iktidara itaat etme zorunluluğu yoktur. Bir iktidarın ne zaman meşru sayılabileceğini Aquino iki şekilde ele almıştır. İlki emretme gücüne sahip olanların bu gücü Tanrı tarafından almış olmaları gerekir. İkinci olarak iktidarın gücünü meşru olarak kazanıp sonradan gayrimeşru bir biçimde kullanmasıdır. Bu durumda bireyler itaat etmek zorunda olmayıp karşı koyma hakkına sahiptir.
Aquino’nun bakış açısına katılıyorum . Çünkü bireyler adalete aykırı bir iktidar tarafından yönetildiklerinde isyan edebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Fakat bu isyan toplum düzenini tehlikeye sokacaksa bundan vazgeçmek daha yerinde olacaktır. Asıl olan toplum düzenini koruyup devamlılığını sağlamaktır.
Murat KOÇAKELÇİ
201951124
Cengiz OTACI’nın Tabi Hukuk – Laik Hukuk yazısına dair görüşlerim:
Bugün biliyoruz ki İnsanoğlu var olmadan önce de Dünya ve bu Dünya üzerinde bir yaşam vardı. Eğer hukuk bizim için sistematik bir düzen demekse bu düzen biz yokken dahi işlemekteydi. Tabiatın kendisine has bir hukuku, Dünya var olduğundan beri hatta Dünya var olmadan kainat var olduğundan beri hep vardı. Bugünkü bilimsel verilerden bile en azından içinde bulunduğumuz Güneş sisteminde matematiksel hassas ayarlı bir sistemin işlediğini ve bunun değişmediğini bilmekteyiz. İşte görüşüme göre Tabi hukuk budur ve biz olsak da olmasak da var olan bir düzen vardır. Tabi hukuk bir hukuk düşünürünün elinde yazı tahtası durumundadır. Elinde çeşitli tahta kalemleri olan bir düşünür eğer bir yazı tahtası yoksa fikirlerini geliştiremez, icraata geçiremez çeşitli kalemlere sahip olmasının da bir anlamı kalmaz. Burada bahsi geçen kalemler de hukukun yorumlanma metotlarıdır.
Antik Yunan döneminde çok tanrılı dinin olması, tabiatta olan biten şeylerin Tanrıların arzu ve davranışlarına dayandırılması gibi dogmatik düşüncelere sahip olunması bilginin en temel kaynağı olan merak duygusunun bastırılmasına neden olmuştur. Bu sebeple merak duygusu körelen akıl gelişememiş ve hukuksal ilerleyiş belli bir süre gerçekleşememiştir. Dini inanışların zayıfladığı veya değiştiği dönemlerde hukuk da gelişim aşamasına girmiş çünkü inanışların zayıfladığı ortamda akıl ön plana çıkmaya başlamıştır. Akıl ön plana çıktıkça sosyal bir varlık olan insan belli bir düzende, güvenli şekilde yaşama isteğine erişmeye başlamış ardından da bu ideal düzen hakkında görüşler ileri sürerek günümüz hukukunun temellerini atmıştır.
Bir sürahi içindeki su nasıl ki sürahinin dışındaymış gibi hareket edemezse insan da düşüncelerini, var olduğu tabiatın dışında kuramaz. Bu nedenle Tabi hukuk, aslında her düşüncenin başlangıcı olmuş ama insanların inançlı olup olmamalarına veya idealist olup olmamalarına göre farklı tarzlarda yorumlanmıştır.
Semavi dinler ahiret inancını aşılarken çalışmayı ve güzel ahlaka sahip olmayı öğütler. Öğrenmeyi veya aklı inkar etmezler. Hristiyanlık ise aşırı derecede dejenere olmuş bir dindir ve kendi çizgisinden çıkarılmıştır. Bu çizgi; bir gurup din adamının, sorgulamadan kendilerinin ağzından çıkacak sözü kanun sayan inançlı insanları istemeleri ve bu insanların, doğayı kötü bilerek tüm dikkatlerini henüz görmedikleri bilmedikleri bir alana çevirmeleri nedeniyle bozulmuştur. Kimi insan bu sapkın çizgiye girmiş ve düşünmeyi kesmiş, kimi insan da yazı tahtasına benzettiğim Tabi hukuk üzerinde bir baskı aracının kalmamasını fırsat bilerek dilediği gibi kalem oynatmıştır.
Yukarıda yazılanlar daha da uzatılabilir o yüzden görüşüme geçecek olursam;
Bir ağacın, kökünden ayrılamayacağı gibi Tabi hukuk da Beşeri hukukun ayrılamaz bir parçasıdır hatta köküdür. Doğanın bir kanunu vardır lakin bu kanun insanların aklında tamamen mevcut değildir. Evrensel ahlak veya norm diye bir olgunun olması fazla idealist bir düşüncedir. 2 kişi bile birbirinden tamamen farklı düşüncelere sahipken 7 milyar civarı insanın olduğu bir dünyada ortak bir tutumdan bahsedilmesi abesle iştigal etmek olur. Bu düşünceleri savunan düşünürler, kendi görüşlerini, ideallerini topluma dayatma adına düşüncelerine evrensellik filtresi çekmişleridir. Bu sayede kanunlar bile değişecek ama onların söylediği anayasalar ortak aklın ürünü temeline dayanma illüzyonu sayesinde değiştirilemeyecek, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecektir.
Bugün çoğu bilim dalı doğanın akıl yürütülerek incelenmesi ve bazen de taklit edilmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliğin hukukta da kullanılması gerektir. Dini inançlardan arındırılmış Tabi hukuk temelinde normların düzenlenmesi ve hazırlanması gerekmektedir. Son olarak değişmeyen tek şeyin değişim olduğu akıldan çıkarılmamalı ve hiç bir ahlaki değere veya kanuna değiştirilemez gözüyle bakılmadan; yaşama, doğaya bugüne ve yakın geleceğe duyarlı, kullanışlı, çözüm üreten hatta çözüm üretilmesine bile gerek bırakmayan kanunların hazırlanmasıdır.
Hasan B. YAMAN
St agustinin anlayışı ile refleksiyon paragrafı
St Agustine katılıyorum doğaya karşı düşük geliştirilmesi gerektiğini savunuyor bu görüşe katılıyorum çünkü doğa bize ipucu veriyor bizden yapbozu çözmemizi istiyor aslında yani düşük yada gelişmemiş diyebiliriz doğaya karşı mesala yağmurlu bir havada ormanda olduğumuzda ağacın yapraklarından korunmak için kendimize bir şeyler yaparız yada ağacın gövdesini kullanarak yağmurdan saklanabiliriz yani sonrasında ise aklımıza ağaç bizi koruyor diyerek evler çatılar ortaya çıkmıştır ilk başta dediğin yapboz gibi.
Not : yağmurlu havalarda ağaçların altında bulunmayın yıldırım çarpabilir.
İyi günler dilerim ST
İnsan tanrının küçük bir modelidir ifadesi yanlıştır. Çünkü objektifliği yoktur tanrıya inanmayan kişileri hitap etmez. Teolojik evrede manevi mutluluk son amaçtır öncelikli olarak dini amaçlar gelir. İnsanların kötüye karşı engellenmesi için devletin varlığı gerekli bir müessesedir ancak insanlar dini normlara ve kanun koyucu tarafından oluşturulan normlara uyması beklenir fakat bu iki norm birbirine ters düşebilir. Orta cağda kilise devlet işlerine müdahale etmesiyle devletin oluşturduğu normlar ile dini normlar arasında farklılık yoktur. Modernitenin gelmesiyle iki norm arasında farklılıklar vardır ancak siyasi gücü elinde bulunduranlar tarafından bu fark minimuma indirildiğini düşünüyorum bu da hukukta güvensizliğe yol açabilir. Mevzuatta var olan ama uygulanmayan normlar belirsizliğe yol açacaktır. Düzeni sağlamak icin siyasi güce ihtiyaç vardır. Ama siyasi gücü elinde bulunduranların dini kuralları göz andı etmemesi gerekir.
St. Thomas Acquinas “Güzellemesi”
St. Thomas Acquinas (Aquinolu Thomas) din ve felsefeyi uzlaştırma çabası içerisindedir. Anladığım kadarıyla Aquinolu Thomas için “temel norm” manevi olan şeylerin maddi şeylerden önce geldiğini kabul etmesidir. Sonrasında da insan akıl sahibi olduğu için iradesinin hür olduğunu, ancak kötü şeylerin insanın ihtiraslarından meydana geldiğini yani aklın bizi iyiye ya da kötüye götüren araç olduğunu söylemiştir. Aklın ortaya çıkardığı insanların hukuk düzeni ile aklın olmadığı ya da aklın yetemediği Tanrının hukuk düzeni arasında bir köprü varsa bu köprünün adı tabii hukuk köprüsüdür. Aquinolu Thomas’ın düşüncelerini ve kurumlara bakış açısını okuduğumda rahip olmasından kaynaklı olarak dindar görüşlerinin baskın geldiğini söylemem mümkün. Öyle ki bu baskınlık, insan ya da akla bakış açısında bile Tanrıyı “üst norm” alabilecek derecededir. Bu bir eleştiri gibi görünse de, bence Ortaçağ Hristiyan dünyasında bir rahip olarak hayatını sürdüren bir düşünürün, insan ya da akıl gibi kavramlara Tanrının geniş penceresinden de olsa bakması ve bunu görüp dile getirebilmesi, hatta Platon ve Aristo’nun düşüncelerine yeni yorumlar katarak bulunduğu çağın ilerisinde de halen tartışılabilmesi çok önemli bir husustur.
Tabî hukuk savunucularına göre hukuk, dıştan gelme veya tepeden inme bir şey değildir. Yani bizim içimizde ezelden beri var olan değişmez kurallar bütünüdür tabiat kuralları. Pozitif hukuk ise temelini tabii hukuktan alıp insan iradesiyle oluşturulmuş bütündür. Peki, tabii hukuk nasıl en baştan beri içimizde yer alıyor. Bir hocamız geçenlerde kızıyla ilgili bir anısını anlatmıştı. Hocamızın kızı deftere bir şeyler karalıyormuş. Bazı haklara doğuştan sahip olduğumuzu, bazılarına ise belli bir süre sonra sahip olabileceğimizi yazmış. Aslında doğuştan sahip olduğumuz hak ehliyetini, sonradan sahip olduğumuz hakları ise fiil ehliyeti temsil ediyor. Gördüğümüz gibi bu çocuğun hiçbir hukuk eğitimi olmamasına rağmen bunun gibi pozitif hukuk terimlerinin ilk biçimini fark edebiliyor. Yani kaynağını.
Benim tabii hukuktan anladığım bu. Biz farkında olmasak bile içimizde var olan ve pozitif hukuka rehberlik eden hukuk.
Doğuşu Platon ve Aristoteles’e kadar götürülen doğal hukuk ; beşeri yasaların dışında ve üzerinde, ahlâki ilkelerden oluşan bir hukuktur. Farklı ağırlıklarla da olsa beşeri hukukun geçerli olabilmesi, gerçek anlamda hukuk vasfına sahip olabilmesi için bu üstün hukuka uygun olması, onu referans alması gerekir. Doğal hukuk ; her şeye nüfus eden, tutarlı ve daimidir. Cicero “Devlet Üzerine” isimli kitabında gerçek yasayı; “Her dönem ve her yerde tek olan, halk veya senato aracılığı ile değiştirilemeyecek bir yasa.”olarak tanımlar. Ona göre bu yasa herkesin tek bir efendisi, tanrısı niteliğini taşıyan bir yasadır ve bu yasaya uygun hareket etmeyen aslında kendisinden kaçar. Gerçek yasanın tutarlı, daimi ve evrensel olmasının nedeni doğaya uygun olan akıldan kaynaklanmasıdır. Bu yüzdendir ki ahlâki ilkelerden oluşan ve kaynağını akıldan alan doğal hukuk yalnızca ahlaksızları buyurarak yükümlülüğe çağırır, onlara yasak koyar. Bununla birlikte diğer insanlara boş yere buyurmaz ve yasaklar koymaz. Modern doğal hukuku büyük oranda belirleyen ve şekillendiren St. Thomas Acquinas, hristiyan düşüncesi ile Aristoteles’i uzlaştırırken aklı ön plana çıkarmıştır. Hukuku akılda bulmuştur. Hristiyan kimliğinden vazgeçmeden hukukun aklın yasalarına tabi olduğunu söylemiştir.Ona göre zaman zaman doğal hukuk düşüncesi kaynağını tanrının iradesinde bulur. İnsanlar akla sahip olduğu için tanrının mutlak ve ebedi hukukuna olmasa bile doğal hukukuna ulaşabilir. Hugo Groutius ise tanrıya ihtiyaç duymaz. Yalnızca akıl düşüncesiyle ahlâki hakikate ulaşabileceğimizi söyler. Hugo Groutius’un bu düşüncesi doğal hukukun mutlak şekliyle sekülerleşmesini sağlamıştır. Burada önemli olan nokta beşeri yasaların ne zaman geçerli olacağı, doğal hukukla çatışamalar yaşadığında uygulanıp uygulanmayacağıdır. Hukukun ne olduğuna ilişkin soracağımız sorular vereceğimiz cevabı da etkileyecektir. Özellikle antik çağ ve orta çağda doğal hukuk meselesi salt etik problemi olarak ele alınmaktaydı. Modern dönem hukukçuları ise doğal hukuku bir etik meselesi olarak değil; kurumları ele alma, inceleme, analiz etme, değerlendirme, ölçüt getirme olarak görür. Klasik dönemde sorulan sorunun ahlâki bir soru olduğunu söyleyebiliriz. Temelinde “Nasıl davranmalıyım?”sorusu yatmaktadır. Bir hristiyan olarak nasıl davranmalıyım? Bir yönetici olarak nasıl davranmalıyım ? Bir vatandaş olarak nasıl davranmalıyım ? Doğal hukuka uyumlu yasalara uymak ahlaki bir davranış olduğu için ahlâki uyma yükümlülüğüne sahipsen cevaba ulaşıyorsun. Ayrıca bunun salt bir ahlaka uygun davranma yükümlülüğünden değil doğal hukuka uygun davranan yöneticiye de itaat etme yükümlülüğünden bahsettiğini söyleyebiliriz.
Reaksiyon yazıma tabii hukuk düşüncesine katıldığımı belirterek başlamak istiyorum.
Hukuk normlarının pozitivizmde belirtilen bir iradenin ürünü ve emir içerdiği düşüncesine her ne kadar katılsam da normların oluşumunu tetikleyen soyut kavramların bulunduğu düşüncesiydim. Kelsen’in temel norm teorisinden farklı olarak burada bahsettiğim kavramlar, insanın insan olmasından dolayı karşımıza çıkan akıl, adalet, ahlak, iyi, kötü gibi kavramlardır. Müspet hukukun oluşumu ile adalet, ahlak gibi kavramların arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu savunmaktayım.
Aquinas’ın tanrının varlığı anlamak için bahsettiği vahiy kavramı ile tabii hukuk düşüncesindeki müspet hukuk arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Tıpkı tanrının varlığını algılamak için vahiy gerekliyse adalet kavramına ulaşmak için de müspet hukuk kuralları gereklidir. Bu nedenle müspet hukukun tabii hukuka uygun olması gerekir yoksa insanın içinde var olan duygular ağır basacak ve sonucunda kendi hakkını kendi sağlama (İhkak-ı Hak) düşüncesinin yaygınlık kazanacağını ve toplumsal düzenin git gide bozulacağını düşünmekteyim.
Türkiye’de yukarıda bahsettiğim sorunların önüne geçilmesi için tabii hukukla barışık müspet hukuk normlarının bulunduğu gerçeğinin görüşümü desteklediğini düşünüyorum. Bu normlara örnek olarak ilk başta Türk Medeni Kanunu’nun 1. Maddesi , Anayasa’nın 5.Maddesi gösterilebilir. ”Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.” İfadesinde karşımıza çıkan ”öz” kelimesinin tabii hukuka bir atıf yaptığı düşüncesindeyim. Ayrıca kanuni düzenlemelerde karşımıza çıkan hakkaniyet kavramı da tabii hukukun benimsediği kavramlardandır. Bu nedenle müspet hukuk bir açıdan tabii hukuku nitelemektedir.
Yaptırım konusuna da değinmek istiyorum. Olan hukukun yeterli olmaması, insanları toplumsal düzeni bozacak davranışlara itebilir. Bu nedenle müspet hukuk kurallarının yaptırımla desteklenmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü hukuk kurallarını oluşturmayı hedefleyen irade, yetersizliğini gizlemek amacıyla yaptırıma başvurmuştur. Tabii hukuk kuralları ise her alanda karşımıza çıkar ve insanın özünde bulunur yani herhangi bir iradenin kendisini oluşturmasına ihtiyaç duymaz bu nedenle yaptırım bulundurmazlar. Yaptırım konusunda düşüncelerim bunlardır.
ST. THOMAS AQUİNAS
Paragrafta geçen “Aquinas bütün varlıkların eylemlerini gerçekleştirirken iyiyi amaçladıkları kanaatindedir. Bu bölümde ayrıca kötülük problemi üzerine yapılan tartışmalara yer verilmekte olup, Aquinas’ın kötülüğün olmadığı ve mevcut kötülüğün ise eşyanın potansiyel olarak taşıdığı iyiliği yansıtamamasından kaynaklandığı görüşüne yer verilmektedir.” Cümlesine ben katılmıyorum.Bütün varlıklar iyiyi değil çıkarını,kendisine zarar vermemeyi amaçladıklarını düşünüyorum.Özellikle de tanrı inancı olmayan bireylerin bu yönde oldukları, daha ben merkezli davrandıkları aşikardır.Çünkü tanrı inancı olan bireylerde dinin yasakladığı şeylerden korkma ,onları yapmama eğilimi vardır.Ancak tanrı inancı olmayan bireyin korkusuzca zarar verebileceği düşüncesindeyim. İnsanlardan hayvanlara ve hatta bitkiler de bile bu amaç olduğu kanaatindeyim.Bir insan önce kendi çıkarını düşünerek hareket eder ya da bir hayvanın öncellikli amacı kendisine zarar verilmeden karnını doyurmaktır,bir tehlike hali öngörmesi durumunda direkt kendisini savunma mekanizmasını ortaya çıkarmaktadır ve bu mekanizma tabiki karşı tarafa zarar vermesiyle başlar.İşte burada iyiyi amaçlamak devredışı kalıyor ve çıkarlarını gözetmek işin içine giriyor.
Sonuç olarak bence felsefe bir teolog bakış açısı yerine akıl kullanılarak yapılmalı çünkü felsefe hayatın her aşamasında var. Felsefeyi önemli ve hatta zor bir bölüm olarak sınıflandırmamızın (en azından benim açından zor bir bölüm) sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum.Hayatın her evresinde insan bir şeyleri sorgular ,sorgulamak zorundadır.O halde böyle bir sorgunun içerisinde bize yardımcı olacak olan kısım tanrıbilimi değil akıldır.Çünkü insan kullandığı aklıyla sorguladıkları şeylere cevap bulabilir ya da en azından bu yolda çalışabilir. Seçeceği dini,inanacağı tanrıyı da aklı sayesinde seçer.Bu düşünceyle hareket ettiğimizde dokuzuncu bölüm başlıklı paragrafta geçen “Aquinas dini önemli görüp, felsefenin dinin anlaşılmasında vasıta olarak kullanılması gerektiğini düşünmektedir.” İfadese de aslında felsefe için dinin değil;aklın,akıl yoluyla dilerse insanın kendisi bir dine ait hissetmesi ve yine kendisi dilerse felsefeyi aklı sayesinde seçtiği dinin yardımıyla çözümlemesi gerektiği kanısındayım.
Felsenin ve teolojinin kaçınılmaz şekilde iç içe olduğu bir dönem olan Orta Çağ’da önemli isimler ortaya çıkmıştır ve bunlardan birisi Hristiyan camiasında var olan Thomas Aquinas’tır. Bu isim Tanrı’nın varlığının, birliğinin ve sıfatlarının akıl ile bilinebileceğini fakat özünün bilinmesinde ve anlaşılmasında akılın yetersiz kalacağını savunmaktadır. O’na göre vahiy en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır ve kozmolojik deliller de yeterince cezbedici sayılır. Burada Aquinas’a hem katılıyorum hem de kendimce bir eleştiri getirmem gerektiğini düşünüyorum. Monist bir inanca sahip olmam dolayısıyla ben de kozmolojik delillerin Tanrı’nın varlığı hakkında kendimce olumlu yönde bir çıkarıma yol açacağını düşünüyorum ve fakat vahiy benim için Tanrı’nın varlığından ziyade dinlerin kendi içlerinde kabul görmesinde veya inandırıcılığındaki etken maddelerden olduğunu da dile getirmek istiyorum. Bu bakıma vahiyi Tanrı’nın salt varlığı açısından değil birliği açısından da önemli ve nispeten bir kanıt olduğunu düşünüyorum.
Bedenin değil ve fakat ruhun ebediliğini savunan Aquinas, insanların ahirette hem cismen hem de ruhen dirileceğini ısrarla savunarak kendisiyle bir çelişkiye düşmüştür. Bu konuda da Aquinas ile görüş birliği oluşturamamaktayım. Hristiyan inancına sahip ve kısmen filozof aslen teolog olan bu kişi bu dünyada vazgeçtiği zevklerinden dolayı ahirette vazgeçtikleriyle ödüllendirileceğini vurgulamıştır. Kanımca böyle bir şey pek de mantıklı değildir.
Evren Tanrı’nın hür iradesi ile yaratılmış ve varlığı olan her şey de bir amaç sahibidir ve bu asıl amaç da iyiliktir Aquinas’a göre. Ve hatta kendisine göre iradi kötülük, asıl amaç olan iyiliğin gerçekleştirilemediğinden dolayı ortaya çıkar. Fakat maalesef hayata herkes Aquinas kadar toz pembe bakmamaktadır. Bence iyiliği amaç edinmiş insan iyidir ve bu içten gelir. Dolayısıyla iyiliğe giderken önüne engel çıktığında yaptığını ya da yapmaya çalıştığını iyiliğe yönlendirmeyen ya da kötülüğe yönelmesi yolunda kendisiyle savaşmayan insan asıl iyi olan değildir. Fakat her varlığın asıl amacının iyilik olduğu kanısında Aquinas ile fikir ayrılığına düşsem de ben de her yaratılmışın bir yaratılış sebebinin olduğuna ve hayatta tesadüf sandığı birçok şeyin de o varlığın asıl amacının farkına varması yolunda Tanrı tarafından bırakılmış izler olduğunu düşünüyorum.
Son olarak değinmek istediğim nokta ise Aquinas’ın mutluluk algısıdır. Mutluluğun akıl bilgisi ile mümkün olacağını ve bunun da mutlak anlamda ahirette Tanrı’yı görmekle mümkün hale geleceğini düşünen Aquinas’a şu konuyu yöneltmek isterdim: Kendi kasttettiği akıl bilgisi ”teolog” sıfatı ve hayatı dolayısıyla Tanrısal ve dinsel bir bilgi mi yoksa günlük hayatın içerisinde yer almamız kaynaklı ve insanlığımıza yakışacak biçimde yaptığımız araştırmalar sonucu elde ettiğimiz bilgi mi? Eğer ikinci seçeneği seçecekse günümüz şartlarındaki yaşama davet ederek O’na ”Burada bilgi seni mutlu mu ediyor yoksa üzerine sorumluluk yüklemesi dolayısıyla seni üzerek yılgınlık mı hissettiriyor?” diye sormak isterdim.
Pozitivist hukukun bilimsellik iddiasını henüz anlamlandıramamışken bu hafta okuduğumuz makalelerde doğal hukukun birtakım iddialarını öğrendim. Hukukun her yerde aynı olduğu, tabiata evrensel bir aklın egemen olduğu ve insanların da bu aklın buyurduğu normlara uymaktan kaçınamayacağı gibi iddialar… Mantıklı olan pozitivist hukuk mu yoksa doğal hukuk mu diye düşündükten sonra, iki seçenekle kendimi sınırlandırmamam gerektiğini hatta herhangi bir seçim yapma zorunluluğumun olmadığını fark ettim ve bu haftanın konusu olması dolayısıyla doğal hukuk görüşünü anlamamı zorlaştıran şeyler üzerine bir reaksiyon paragrafı yazmaya karar verdim.
Bir normun ya da kanunun doğal, değiştirilemez, inkâr edilemez olduğunu anladığımız noktada bunu açıklamaya ya da ispat etmeye çalışmanın yalnızca bir tespit etme işi olduğunu düşünüyorum. Doğal bir kanunun işleyişini akıl yoluyla keşfetmek, açıklamak, bir yaratma işi değil ve herhangi bir keyfiyet de içermiyor, yalnızca olanın tespiti. Ancak bu durum hukuk kurallarıyla örtüşmüyor. İlk olarak hukuk kuralları var olan doğal yasaların tespitinden ziyade egemenin dayattığı bir sistemdir. İnsan ilişkilerinin düzenli olabilmesi için birtakım kurallara riayet etmek elzem de olsa bu ancak kural koyma durumunun şart olduğunu gösterir; koyulan kurallar keyfidir. Hukuk kuralları, demokrasiyle yönetilen yani egemeni halk olan bir toplumda halkın keyfine göre, monarşilerde yöneticilerin, teokrasilerde dinlerin ya da büyük olasılıkla din insanlarının keyiflerine göre şekil alır. Yani burada belirleyici olan doğa değil egemenin keyfidir. Egemenin kural koyması durumunu değişmeyen yasa olarak belirlemek mantıklı olabilir ancak tabiat ile egemen aynı şey değildir dolayısıyla bu hukuka tabî hukuk değil egemen hukuku demek gerekir.
İkinci olarak da bunlar, diğer tabiat kanunlarından farklı olarak boşluğu bulunabilen ya da bazı zamanlarda uygulanmayan, yasa koyucunun ya da uygulayıcının ihlal edebildiği kurallardır, yapaydırlar. Ancak doğal hukuka göre inkar edilemez olduğu iddia edilen normların hiçbir insan tarafından ihlal edilemeyeceği, hiçbir insanın bu kurallara aykırı davranamayacağı varsayılır. Nasıl ki insan suda yürüyemiyor, havada kol çırparak uçamıyorsa tabî kurallara karşı bir hayat sürdürmesi de beklenemez. Ancak deneyimlerimiz sonucunda ya da sadece akıl yürüterek bunun mümkün olmadığını biliyoruz.
Kendi halinde seyreden bir sistem zaten doğada mevcutsa, yasa koyucunun yaptığı tek şey yalnızca tespitten mi ibarettir? Yasa koyucu ya da egemen güç tıpkı bir bilim insanı gibi doğal hukukun varlığını, işleyişini insanlara açıklamaya mı çalışır? Eğer durum bundan ibaretse hukuktaki gelişim neyle açıklanabilir? Neden farklı ülkelerde farklı kurallar uygulanmakta ve hepsinde olması gerekenin kendi uyguladıkları hukuk olduğu söylenmektedir? Neden matematik formüllerinin, fizik yasalarının meşruiyetine dair farklılık ya da tartışma olmazken hukuk kurallarının meşruiyeti farklı zamanlarda, farklı ülkelerde sürekli tartışılmaktadır?
ST. THOMAS AQUİNAS HAKKINDA DÜŞÜNCELERİM
İnsan rasyonel ve irrasyonel bir varlıktır.İnsanların eylemlerini gerçekleştirirken sadece iyi amaçlarla hareket etmesinin tutarsız olacağını düşünüyorum.İyiliğin ve kötülüğün insanın kendisinde bir bütün oluşturduğunu tıpkı irrasyonel ve rasyonel olarak insanların bazı eylemlerin de kötü bazı eylemlerin de iyi hareketlerle hareket ettiğini düşünüyorum.Salt iyi amaçlarla hareket bizi tutarsızlığa götürür.Bununla birlikte insanların eylemlerini oluşturan sebeplerin ve sonuçların iyi ya da kötü olacağını kanısındayım.Örneğin A, B’ye müessir fiiliyle vücut bütünlüğüne yönelik saldırıda bulundu.Yumruk attı.Bunun sonucunda B hastanede yapılan teşhisler sonucunda aynı zamanda iyi huylu kanser olduğunu öğrendi.Bu durumda eylemi oluşturan sebep kötüye yönelik olsa da sonucun etkisi erken teşhisle daha büyük faciayı önledi.Görünenin görünmeyenin de korunan değerin olumlu gidişata yol açtığını görüyoruz.Dini kaynaklarda da örneğin Kehf suresinde salih bir kulun çeşitli malların bulunduğu gemiye zarar vererek zalim hükümdarın tehlikesini önlediğini görüyoruz.Aquinas’ın eleştirdiğim bir tarafı da âlemin ezeliliğini olmaması yolunda dayanığının zayıf olmasıdır.Hem kutsal kitaba hem de ampirik veriler ışığında işlemeyip sadece akli izahlarla savunuyor olmasıdır.Hubble’nın evrenin genişlemesi teorisi bağlamında bunun çürütüldüğünü görüyorum.Bu teori bağlamında evren de bir zaman yoktu.Onun da insan gibi Allah’ın yoktan yarattığını görüyoruz.Bundan hareketle tümel- tikel ilişkisi bağlamında ele alındığında varlığın parçalarının da varlığın kendisi gibi aynı hareketle oluşması ve devam etmesidir.Hiçbir şeyin tesadüf şekilde oluştuğunu düşünmüyorum. Bu kadar düzenli bir sistemin düzensiz bir şekilde oluşup o düzensizlikte hareket ederek düzensiz bir şekilde milyarlarca yıl devam etmesi mümkün değil.Evrenin bir sistem dahilinde devam ettiğini düşünürsek zaman içerisinde düzensiz şekilde sistemlerin tükenip rastgele yeni sistemler oluşturması ve başka bir şekilde gezegenlerin ve galaksilerin tükenip başka galaksiler oluşturması gerekirdi.Halbuki böyle bir şey söz konusu bile değil.
Teoman Filizer
Thomas Aquino ‘da Ferdin Siyasi iktidar karşısındaki durumu hakkında
Dinin kutsallığının ve gereği olan şüphesiz inanmayı kendi dünyasında yaşatmış ve bir sistem geliştirmiş. İktidarlar nasıl gelmiş olurlarsa olsun halkın ihtiyaçlarını karşılamalı ve adil yönetmelidir . Eğer ki adil yönetmeyip halkın ihtiyaçlarını karşılamıyorsa halkın isyan etme hakkı vardır . Ancak isyanın sonunda daha kötü bir durum ortaya çıkacaksa isyan etmemekte yarar vardır. Günümüz siyasetinde propaganda olarak kullanılan bu fikir isyan etmememizi ,tepkisiz kalmamızı hatta sorgulamamızı bile engellemeye başladı ancak sadece halkı sindirmek için kullanılan iki cümle çünkü çoğu zaman kilisenin rahatı sarsılmamalı gücünü tanrı ve kiliseden aldığını iddia eden iktidarlar ayakta kalmalıydı çünkü daha kötüsü olabilir ve felaketler içinde kalabilirdik. Yani halk kalabilirdi
Aquinas felsefe ile teolojinin iç içe olduğu Ortaçağ döneminde yetişen bir isimdir. Adı her ne kadar filozof olarak duyurulmaya çalışılsa da Muharrem Tarakçı’nın yazısı temel alınarak yazılan ‘ST. THOMAS AQUİNAS’ yazısını okuduktan benim fikrim de teolog olduğu yönüne doğru kaydı. Eski çağlarda insanlar bu kavramları geliştirmeye çalışırken birbirinden ayırt edememeleri bence çok normal. Geçmişten günümüze kadar hem felsefe kavramı hem teoloji kavramı hem filozof kavramı hem teolog kavramı çeşitli şekillerle geliştirildi. Kesin olarak söyleyebiliriz ki günümüzde bu kavramların ayrımı daha net yapılmaktadır. Aquinas yaptığı çalışmalarla, aradığı cevaplarla esinlendiği ve eleştirdiği isimlerle kısacası bütünüyle bence bir teolog. Katolik kilisesinin filozofun teolojik görüşlerini tamamen benimseyip, onu aziz ilan etmesi de bence çalışmalarındaki titizliği ve başarısındandır. Şöyle bir düşününce insanları etkileyecek kadar, görüşlerini benimsetecek kadar neden ve niçin sorularını sorduysa eğer filozof da olabilir. Aslında Aquinas bizi bir paradoksun içine sokuyor da diyebilirim.
Tanrının varlığı ve dünyadaki işlerine yansımasına değindiği kısımlar ise akla kesinlikle çok yatkın, çok akılcı izahı olan konular. Ama bazı noktalarda özellikle enkarnasyon kısmında bir şeyler bence tam oturmuyor, ya bir parça eksik ya bir parça fazla.
Aquinas bütün varlıkların eylemlerini gerçekleştirirken iyiyi amaçladıkları kanaatinde olması onu teolojinin dışına çıkartıyor. Bence bu noktalarda daha çok felsefeye yaklaşıyor.
THOMAS AQUİNAS (son 4 makale)
Makaleleri incelediğimde, metinlerin bolca teolojik unsur barındırması ile birlikte temelde adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlara işaret ettiğini gördüm. Bu durum da bana “doğal hukuk” ve “Aristoteles”in düşüncelerini hatırlattı. Aquinas, gördüğüm kadarıyla koyu bir Katolik. Bu nedenle Aristoteles’in düşüncelerini referans almakla birlikte bunları, kilise dogmaları ile harmanlayarak kendi düşüncelerine ulaşmıştır. Teorisini de bu şekilde açıklar.
Doğal hukuka gelecek olursak; doğal hukuku en basite indirgeyerek, insanın aklını kullanarak erişebileceği, yazılı olmayan hukuk kuralları olmak üzere açıklayabiliriz. İnsan rasyonel düşünme iradesi doğrultusunda doğal hukuku aklı ile kavrayacaktır. Ancak bu hukuk kuralları insanın kendinden ve iradesinden bağımsız olmalıdır. Bu bağlamda Thomas Aquinas, insanların düşünsel yol ile tanrının varlığını anlamalarını sağlayacak argümanlar türetmiştir. Nedensellik ilkesi ile değerlendirme yaparsak örneğin;
“tanrı’nın varlığı korkunç bir baş ağrısı çeken bir insan gibidir. birisi ona ağrı kesici verir. kişi ilaca bakar ve bu küçük hapın bu kadar büyük baş ağrısını dindirip dindirmeyeceğini sorar. ve hapı almadıkça ve kendisini bu etkiye ikna etmedikçe şüpheye devam eder. bir bakıma bu, tanrı’nın var olduğuna dair bir kanıttır. eğer kişi kendini tanrı’nın varlığına ikna etmek istiyorsa başı ağrıdıkça ilacı almak zorundadır.” Şüphe olduğu taktirde aslında Tanrı’nın olduğunu kabul etmeye başlamışızdır.
Kanaatimce her şeyi Tanrı’nın yarattığını savumak, hukuku buna dayandırmak ve Tanrı’yı ispatlarken yine bunu nedensellik bağlamında argümanlarla açıklayıp kanıtlamaya çalışmak her zaman tartışma yaratır. Bazen bunun sonu gelmez. Thomas Aquinas’ın varoluşla ilgili Tanrı’ya yüklediği anlam ve ayrıca doğal hukuk uyarınca harmanlamış olduğu akıl yürütme, “yalnızca kendisini tamamlamayı önerdiği döngüsel akıl yürütme düzleminde anlamlıdır”. Eğer “Tanrı, beş argümanla açıklanabilecek tanımlanabilir ve ölçülebilir bir değer olsa idi, bu kadar etkili olmazdı.”
Kendi bazımda Aristoteles ile Aquinas’ı harmanladığım zaman sanırım şu cümleyi kurabilirim. Mağaradaki karanlık bir inanç ise, felsefe bu mağaranın sadece giriş kısmını aydınlığa kavuşturabilir. Mağaranın tamamı “vahiy” sayesinde aydınlanır. Naçizane, felsefeden ziyade, Tanrı vardır ve onun kurallarına uyduğumuz taktirde hukuk kendini gösterecektir tarzı bir görüş çıkarımı yaptım.