5. Hafta Hukuk Felsefesi Konusu ve Okuma Parçaları

Bu hafta derste doğal hukuk konusuna, seküler / laik doğal hukuk anlayışının tartışılmasıyla devam edilecektir. Bu kapsamda aşağıdaki makalelerin okunması gerekmektedir. (Bağımsızlık Bildirgesi ve Kant’ın makalesini isteyenler okuyabilir).

Refleksiyon paragrafarınızı 23 Mart Çarşamba Saat 19:00’a kadar gönderebilirsiniz.

Makaleleri okurken, aşağıdaki soruları düşünebilir ve cevap vermeye çalışabilirsiniz.

Soru 1: ‘Doğa durumu’ kavramının işlevi nedir? Onun ne olduğu üzerinde uzlaşılabilir mi?

Soru 2: Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Nasıl gerekçelendirilebilir?

Soru 3: Devlet, (doğal) hukuk düzeninden çıkabilir mi?

Soru 4: Bir hukuk kuralı ne zaman / hangi koşullarda haksız / adaletsiz olur? Adaletsiz bir hukuk kuralına, hukuken uymak yükümlülüğü var mıdır?

Soru 5: Direnme hakkı bir hak olabilir mi? Sivil itaatsizlik, hukuki bir hak olabilir mi?

  1. Yavuz Kılıç, “Hobbes, Locke ve Rousseau’da ‘Doğa Durumu’ Düşüncesi”, Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, Sayı 2, 2015 , s. 97 – 117.
  2. Dilan Mızrak , “Toplum Sözleşmesi Kuramlarında Siyasi İktidarın Sınırı Olarak Kişi Hak ve Özgürlükleri Meselesi”, Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Volume 9, Issue 17, s. 21-44.

“5. Hafta Hukuk Felsefesi Konusu ve Okuma Parçaları” için 21 yorum

  1. 1) doğa durumu insanın toplumsalllaşmasından önceki dönemi ve beraberindeki dönemi kapsayan kavramdır yani insanların ilk baştaki doğal durumlarını açıklayan bir süreçtir filozoflar farklı düşüncelere sahip olsalarda doğa durumunu 3 de kabul eder ve evrensel olduğundan söz ederler uzlaşma konusunda bana kalırsa uzlaşma zor ama insanların bir kar zarar doğrultusunda yani hangisi yararlı özgürlüğüne mülkiyetine daha fazla koruyor ise ona karşı uzlaşmaya varılabilir
    2) 3 filozofu da okudum ve doğal bir hak olduğunu düşünüyorum çünkü mülkiyet sadece ev barınak tarzı değil de özgürlük alanından söz ediyoruz yani herkes bir mülkiyete sahip olursa kendi alanları dışına çıkmazlar ve çatışma çıkması önlenir o yüzden mülkiyet hakkı doğal bir haktır
    3) devlet hukuk düzeninden çıkarılamaz çünkü ben hobbes ve luck dediklerine katılıyorum ve devlet olmadan insanların bir otoriteden korkmadığı sürece insanların birbirini yok edecek kadar hırslı olabileceğini düşünüyorum çünkü insanlar ben merkezli olduğu için Ve de sürekli daha fazlasını istedikleri için doğal hukuk düzeninden çıkarılamaz bir zorunluluktur .
    4) öncelikle hobbes dediği gibi bütün insanlar özgürdür ve eşittir ama hobbes insan doğası gereği her şeye yapmaya hakkı var diyor burada bence yanlışa düşüyor çünkü başka bir insanın yaşam alanına yada faaliyet alanına zarar verirse orada adaletsizlik söz konusu olur
    Adaletsiz hukuk hukuken uymak yükümlülüğü vardır çünkü yaşadığımız dönemde de gördüğümüz üzere birlikte oluşturduğumuz devletin kar zarar orantısında bize uyguladığı yaptırımlar söz konusu oldu hukuken uygun değil yani adil olmayan bir şeyi biz uygulama yükümlülüğü doğdu maske meselesi normalde hasta olan kişiler takması gerekirken bütün insanlar takmaya başladı çünkü yaptırımdan korktukları için ya da sağlıklarını düşündükleri için yani burada olduğu gibi adil olmayan şeyleri bazen yapmak durumundayız .

  2. Mehmet EVREN’in doğa durumu ve mülkiyet kavramları üzerinden Locke ve Rousseau karşılaştırmasına dair tamamen öznel görüşlerim:

    İnsanın doğa durumu düşünceme göre iki filozofun sandığı kadar iyi değildir. Semavi dinlere göre ilk insan Hz. Adem yaratılmış ve yaratıcının buyruğu üzerine şeytana, Hz. Adem’e itaat emri verilmiş, şeytan kibir göstermiş ateşten yaratılanın balçıktan yaratılandan üstün olduğunu iddia etmiş bunun sonucu olarak da cennetten kovulmuştur. Kovulan şeytanın insandan intikam alma isteği ve insanı kötüye sürüklemede ona yardımcı olacak nefis kavramı da insanın, henüz daha ilk aşamalarında bile filozofların dediği iyi kavramından uzaklaşmaya ne kadar meyilli olduğunun göstergesidir.
    Nitekim Hz. Adem’in oğlu Kabil’in, diğer oğul Habil’i kıskançlıktan öldürmüş olması da yeryüzündeki ilk cinayet olarak semavi dinlerce bilinmektedir. Bu da insanın daha mülkiyet kavramı bile ortada yokken dahi ruh dünyasında belirecek etmenlerin onu kötü yapabileceğini göstermektedir. Çünkü kıskançlık, haset, hırs gibi kavramlar insanın tabiatında vardır ve bu kavramların insanı ele geçirmesi için diğer bir insanın, ondan daha çok mülke veya saltanata sahip olmasına dahi ihtiyaç yoktur.
    Düşünceme göre doğa durumundaki insan da iyi veya kötü yerine işte bu yaratılış gereği iradesine sahip olan ve olamayan diye ikiye ayrılır.
    İrade insan için oldukça önemli ve kişisel bir kavramdır. İyi ve kötü ikisi de insanın içindedir. İrade hangisinin davranışlarda zuhur edeceğini belirler. İnsanlık, yerleşik hayata geçtikçe, kişisel iradeler arası mesafe kısalmıştır ve irade çatışmaları baş göstermiştir. Bu sebeple bir üst iradeye eskisinden daha fazla ihtiyaç doğmuştur ve devletlerin temeli de bu irade çatışmasının sonlanması veya azaltılması amacıyla atılmıştır.
    Lakin üretim anlamındaki beşeri faaliyetlerin bu ihtiyacı tetiklediği tek başına doğru bir ifade olamaz. Çünkü küçük ahşap evde kalanın büyük ahşap evde kalana yarattığı potansiyel tehlike ile ilk çağlarda küçük mağarada kalanın büyük mağarada kalana yarattığı potansiyel tehlike benzerdir. Hatta göçebe toplumlarda dahi çadırı küçük olanla büyük olan arasında veya atı iyi olanla kötü olan arasında benzer sosyal durumların yaşanmış olması muhtemeldir. Bu sebeple üst iradeye ilk zamanlardan beri ihtiyaç duyulmuş bugünün hükümetlerinin yerini ilk çağlarda kabile reisleri doldurmuştur. Bu şekilde insan, sahip olduğunu, herkesin itaat edeceği bir üst iradeye güvenerek korumaya çalışmıştır.
    İnsan doğası gereği bencilliği de içinde taşır. Sahip olma, sahiplenme daha iyisini isteme insanın mayasında mevcuttur. İnsanın politik bir hayvan olduğunu düşünüp tabiata da baktığımızda bir kaplanın geyiği avlayıp tek başına yemek için ağaca çıkarması gibi insan da doğası gereği sahip olduklarını paylaşmak istemez. Bir de sahip olduğunda, kendi emeğinin payı da varsa artık onu menfaatsiz bir şekilde elinden bırakması çok zordur. İşte bu zorlukları çeken insanların yerleşik hayata geçmesi ve mesafe anlamında yakınlaşmaları bu zorlukların kat ve kat artmasına neden olmuştur.
    İlk zamanlar için, emek veren ve çalışan insan, emek vermeyen ve çalışmayan insandan daha ayrıcalıklı bir konuma gelmiş ve bu konumunu, vasıfsız insanın doğasından kaynaklanan tehlikeden haklı olarak korumayı amaçlamıştır. Bu yerleşik merkezlerin, üretim yerlerine dönüşmüş olması hasebiyle tabiri caizse, kaplanın avladığı geyiğin etrafına çakallar üşüşmüş ve bu çakalları defetmek amacıyla bir çoban köpeğine ihtiyaç duyulmuştur. Tabii bu görüşlerim ilk zamanlardaki sosyal durumlar için geçerlidir. Daha sonrasında bu varlıklı insanların, adeta, mülkiyet hakkından doğuştan münezzeh olan insanları sömürüp varlıklarına varlık katmasını kapsamamaktadır.
    Ayrıca Rousseau yerleşik hayatın getirdiği sosyalleşmenin insanlara zincir vurduğu konusunda görüşümce haklıdır. İnsanın kendine ait müstakil evindeki hali ile dışarıdaki hali arasındaki fark, özgür ortamda olan insan ile sosyalleşen insan arasındaki farkla benzerdir. İnsan doğasında nasıl istediği gibi hareket ediyorsa kendi evinde de benzer şekilde hareket eder lakin topluma karıştığında anormal olma korkusuyla beklediğini değil bekleneni yapmaya çalışır.
    Toplum yaşayan bir varlıktır ve kendine has dramı, sevinci, esprisi, doğrusu ve yanlışı, ahlakı, örfü, adeti vb. gibi nitelikleri vardır. Yerleşik hayattaki uygar insan bu niteliklere muhalefet etmemesi gerektiğini bilir çünkü bunu yaparsa toplumdan dışlanmaktan korkar.
    Örneğin; etrafınızdaki insanlar bir diziyi izler ve sürekli o dizi hakkında konuşurlarsa sırf muhabbetlerine dahil olmak için bile sevmeseniz dahi o diziyi izlemek istersiniz. Güncel bir örnek daha vermek gerekirse; üniversite öğrencilerinin ders dinlemek için istemese dahi zoom programını indirmek zorunda bırakılması gibi topluluk halinde yaşama hep bir dayatma güder. İşte Rousseua’nun bahsettiği uygarlaşmanın ortaya çıkardığı zincirlerin her bir halkasını bu gibi sosyal dayatmalar oluşturur.
    Son olarak bir toplumsal yaşamda toplumsal düzenin varlığı için kişisel iradelerin demokrasi aracıyla belirleyeceği üst iradi bir yapı olan devletin varlığı şarttır.
    Devletin varlığı, mülkiyeti koruma sıkıntısını büyük ölçüde bertaraf etmiş, bir nebze rahata ermiş insanın başka alanlarda akıl yürütmesine yardımcı olmuş, insanlığın gelişimini de hızlandırmıştır. Her olumlu durumun içinde olumsuz bir durumun var olması gibi bu durum da insanları birbirine yaklaştırmış, ortak olduğu sanılan tutumlar ortaya çıkmış ve kişiler benliklerini kaybederek bu tutuma ayak uydurmaya çalışmışlardır.

    Hasan B. YAMAN

  3. HOBBES, LOCKE VE ROUSSEAU’DA “DOĞA DURUMU” DÜŞÜNCESİ
    Doğa durumu kavramı Hobbes, Locke ve Rousseau için bir uygarlıktan öncesini ifade eder. Doğa durumu hali insanlar için uzun süre kalabilecekleri bir hal değildir. Çünkü insanlar bir arada bulundukları sırada bir topluma dönüşmek isterler. Birbirlerinden bağımsız yaşayan insanların bir topluma dönüşmesinin nedeni içgüdüsel olabileceği gibi ihtiyaçların getirdiği bir mecburiyet de olabilir.
    Hobbes’a göre, doğa durumunda kavga, savaş vardı ve insan insanın kurduydu. Bu kargaşadan bıkan insanlar, düzen ve barış için anlaşıp bir sözleşme yapmaya karar verdiler. İnsanların barışı sağlaması için yaptıkları bu sözleşmeyle (toplum sözleşmesi) devlet doğdu.
    Locke’a göre ise, doğa durumunda insanlar mutlulardı barış ve özgürlük vardı. Ancak insanların yine de bir arada yaşayıp kendilerine bir yönetici bulma isteğini Locke adalet ve mülkiyet isteğiyle bağdaştırır.
    Rousseau’ya göre de doğa durumunda insanlar mutlu ve barış içindelerdi. Ancak ihtiyaçların artması sonucu toprakların işlenmesi özel mülkiyeti doğurdu. Bu da insanların bir araya gelip kendi istekleriyle bir toplum sözleşmesi yapmaları sonucunu ortaya çıkardı.
    Her üç filozof da devletin insan aklı tarafından oluşturulan bir sözleşmeyle kurulduğunu ileri süreler. Bununla birlikte bunu kanıtlamak mümkün olmadığı için benim düşünceme göre devletin oluşması filozofların tanımladığı gibi bir toplumsal sözleşme vasıtası ile olsa da olmasa da devletlerin oluşumu bu üç teorinin karışımı, birleşimi ile olmuştur.
    Çiğdem Ece ARIKAN
    201951016

  4. “Aydınlanma nedir?” sorusuna yanıt
    Immanuel Kant (1784)
    Aydınlanma insanın cesaret göstererek , sorumluluk alarak düşmüş olduğu ergin olamama durumundan kurtulmasıdır. Sapare Aude ! ‘’Aklını kullanma cesaretini göster’’ sözü Aydınlanmanın parolası olmuştur.
    İnsanlar rahatlığı sever ve bırakmak istemezler. Bu yüzden yeni şeyler denemeye çekinirler ve korkarlar. Onlara göre yeni davranışlar , alışkanlıklar , olaylar onlar için bir zahmet niteliğindedir . Kendilerini zahmete sokmaya gerek olmadığını düşünürler. Ergin olmak bu rahatlığa karşı koymak olarak gösterilebilir.
    Toplumsal aydınlanma için önyargıları yıkıp özgürlüğe doğru adım atmak gerekir. Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez. Bu özgürlük de özgürlüklerin en saf olanıdır. Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü. Toplumda her yerde özgürlüğün sınırlandırıldığı apaçık ortadadır. Toplumun her kesiminden insanlara ‘’düşünme , görevini yap’’ şeklinde bir dayatma uygulanmaktadır. Oysa ki kişinin kendi aklını ve düşüncelerini kitleler önünde kamuoyuna açık bir şekilde diğer insanlara aktarabilmesi gerekmektedir. Bu aktarma diğer insanların düşünce özgürlüğünü zedelememelidir. Bir ülkeyi yöneten kişi hakimiyet kurduğu bireyler üzerinde akıl ve vicdanlarını kullanmada özgür bırakır , halkını hoşgörülü bir şekilde özgürlüğe yöneltirse bu gerilik değil, aksine aydınlanmanın kendisi olacaktır.
    Aydınlanmaya giden bir dönemde yaşıyoruz. İnsanlığın bir bütün olarak başkasının rehberliği olmadan, kendi aklını ve iradesini kullanabilmesi için hala gitmemiz gereken çok yolumuz var. Evrensel aydınlanmaya giden yol kişinin kendi suçuyla düşmüş bulunduğu ergin olmama durumundan kurtularak aklını özgürce kullanabilmesinden geçer. Özgür düşünebilen ve düşüncelerini özgürce ifade edebilen bireylerden oluşan toplumlar her zaman yüksek düzeye ulaşmış toplumlardır.
    Murat KOÇAKELÇİ
    201951124

  5. DOĞA DURUMU VE OTORİTE KAVRAMI HAKKINDA GÖRÜŞLERİM

    Doğa durumu kavramı anladığım kadarıyla devletin kökeni hakkında bize ışık tutan bir kavram. Yani henüz yönetim, devlet, otorite gibi kavramlar yokken, sadece insan ve insanın özüne dair hayatta kalma, barınma, üreme gibi basit kavramlar varken insanın nasıl yönetilme ihtiyacına, egemen bir güce, otoriteye ihtiyaç duyduğuna dair ve bu ihtiyaçların hangi temellere dayandığını konusunda bize yol gösteren bir kavram. Hobbes, doğa durumunda, insanların yaratılış gereği bencil varlıklar olduğunu ve aralarında bu sebeple sürekli bir kavga olduğunu düşünüyor. Kavganın, kaosun insanı korkuya ittiği, bireyin yaşamını tehlikeye attığı ve insan bu kavgaya son vermek için bir güce ihtiyaç duyması kaçınılmazıdır. Locke yaşadığı dönemin ve çevrenin farklı olması sebebiyle otoritenin varlığına ihtiyaç sebebinin güvende olma duygusu yerine bireylerin temel haklarını güvence altına almak için otoritenin varlığına ihtiyaç duyulduğunu düşünüyor. Rousseau ise insanın özünde bencil bir varlık olmadığını, dayanışmacı olduğunu ve otoriteyi getiren şeyin mülkiyet kavramı olduğunu insanı mülkiyet kavramının bencilleştirdiğini savunuyor. Ben Hobbes ve Locke’un doğa durumu ve toplumsal sözleşmenin dayanağı hakkındaki fikirlerine daha yakınım. Bana göre insanın bir otoriteye ihtiyaç duymasındaki en büyük iki sebep aciz ve bencil olmasıdır. Hangi yüzyılda yaşamış olursak olalım insan sorumluluklarını yerine getirme konusunda aciz ve hakkını korumak, sınırlarını bilmek , başkasının hakkına dokunmamak konusunda bencildir. Bireyin bir yere ait ve sahip olma hissiyatından doğan mülkiyet kavramı insanı bencil yapmaz, insanın bencilliğini arttırır. Fakat Rousseau’ya şu konuda katılıyorum eğer insanlar kendilerini koruması için bir otorite istiyorlarsa bu otorite yönettiği toplumun fikirlerine ve haklarına saygı duyacak yani devlet toplum için var olacak. Hobbes, bireyin kendini koruması için, otoriteye karşı konulmaz bir güç vermiştir. Bireyin kendisini korumak için otoriteye verdiği güç aslında kendi sonunu getirecek şeydir çünkü gereğinden fazla güç, insanları birbirine düşüren bencillik duygusundan daha büyük bir kaos yaratacaktır. Eğer bir toplum güvende olmak için özgürlüğünden vazgeçiyorsa o toplumun kafesteki kuştan farkı yoktur.
    Bu filozofların doğa durumu ve toplumsal sözleşme hakkında fikirlerini okurken şu an içinde bulunduğum yüzyıl, himayesi altında olduğum devletin ve kurallarına uymak zorunda olduğum hukukun, toplumun ilk ihtiyaçları ile hâlâ aynı temellere dayandığını gerek Türk Hukuku gerek diğer ülkelerin hukuk sistemlerinin hepsinin bu fikirleri temel aldığını daha iyi anladım. Temel hak ve hürriyetler ile ilgili Anayasa madde 13, Mülkiyet hakkını konu alan madde 35, kişinin hakkını aramasında hem en etkili hem en zor yolu sunan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı madde 34 ve nasıl yönetileceğimize karar vermek için madde 67 gibi.
    Ve ayrıca fikrimce dünyadaki bütün ülkelerin kendi haklarını korumak için tıpkı toplumdaki bireyler gibi bir otoriteye başvurmak, ortak kurallar oluşturmak birtakım sözleşmeler yapmak, hakem bir ülke seçmek gibi eylemleri de bu filozofların fikirlerinin bir yansıması olduğu ve toplum kavramının ne kadar geliştiğinin en büyük örneklerindendir.

  6. Thomas Hobbes, Toplumsal Sözleşme Kuramında kamu vicdanını kişisel vicdanın ötesine taşıyor. Makalenin bu kısmını okurken aklıma geçen dersimizde bahsettiğimiz Sofokles’in Antigone isimli kitabı geldi. Ben kamu vicdanının hiçbir zaman kişisel vicdanın ötesine geçemeyeceğini düşünüyorum. Hatta kamu vicdanının sadece kişisel vicdan ile paralel olduğu ölçüde olacağını düşünüyorum. Antigone’nin kardeşinin cesedini gömmesi, Kral’ın buyruklarına itaat etmemesi insanların gözünde Kral’ın itibarını zedeleyebilir, kamusal düzeni bozabilirdi. Ama buna rağmen Antigone kişisel vicdanını daha ön planda tuttu. Aksini düşünmek bence çok ütopik olurdu.

    Toplumsal Sözleşme Kuramından bahseden Hobbes, Locke, Rousseau doğa durumundan çıkıp devletli yaşama geçişin sebeplerini farklı olarak ele aldılar. Ama hepsinde ortak olarak devletli yaşama geçişin amacı barışı, düzeni sağlamak. İnsanlar ister kendi rızalarıyla özgürlüklerinden vazgeçip devlete itaat etsinler ister bu hakları zorla elinden alınsın ben haksız, adaletsiz olan hukuk kurallarına insanların uyma yükümlülüğü olmadığını düşünüyorum. Bu durumda haksız hukuk kurallarının kime göre haksız olacağı sorunu çıkabilir. Fakat bu sorunu Hobbes’un söylediği anlamda insanların tamamen sorgulamayı bırakması ve sadece devletin buyruklarına itaat etmesi şeklinde de izah etmenin doğru olacağını düşünmüyorum. O zaman burada sorun haksız hukuk kurallarının belirlenmesinde çıkıyor. Devlet’in amacının sınırlarının ne olduğu konusunda farklı görüşler olabilir. Ama Devlet’in barış, güvenlik, adalet gibi temel kavramları sağlamakla yükümlü olduğu konusunda herkes hemfikir olur. Bu durumda devletin sağlaması gereken bu temel kavramlardan belirgin bir şekilde sapan kurallarını haksız hukuk kuralı olarak tanımlayabiliriz.

  7. Son 4 makale ve düşünülmesi gereken sorular hakkında;
    1- Doğa durumu kavramını toplumsal sözleşmenin yapılmasından önceki zaman yani devletin varlık kazanmasından önceki durum olarak tanımlayabiliriz. Bu kavram filozoflar tarafından doğa durumunun ne olduğu varsayımıyla açıklanmış ve devletin neden ortaya çıktığını açıklamada temellendirilmiştir. Doğa durumu kavramının ne olduğu üzerinde uzlaşılamayacağını düşünüyorum çünkü en nihayetinde bu kavram varsayımlarla açıklanmış ve filozoflar tarafından da farklı tasvir edilmiştir.

    2- Mülkiyet hakkı Locke’a göre insanın emeği sonucu elde ettiği sahiplikken, Rousseau’ya göre insanlara vurulan bir zincir, eşitsizliği beraberinde getiren bir felaket. Bu iki filozofa göre doğa durumunun başlangıcında mutluluk, özgürlük ve eşitlik var, ilkel doğa durumunda insanın iyi olduğunu düşünüyorlar özgürlük anlayış ve tanımlarının değiştiği noktada mülkiyete bakış açıları da değişiyor dolayısıyla bence mülkiyet hakkının sınırlarını belirleyecek olan şey özgürlüğü nasıl tanımladığımızdır.

    3- Devlet, milletin hukuki kişilik kazanmış şekli olduğundan Devletin, (doğal) hukuk düzeninden pratikte çıkamayacağını düşünüyorum. Çünkü doğa durumu halinden sonra doğacak olan hakların korunması için bazı korunmalara ihtiyaç duyulacak ve bu korumalar doğa durumundaki insanın haklarını korumaya yönelik, ona uygun olacaktır. ( John Locke’un görüşlerine daha yakın olduğum için biraz taraflı yazıyor olabilirim. )

    4- Rousseau’ya göre doğa durumunda gerçek ve bozulmaz bir eşitlik vardır, insandan insana fark vardı fakat bu fark birini ötekine bağlı kılacak kadar büyük değilidi. İnsanların arasındaki en ufak bir farkı bile gözetmeksizin eşit hukuk kuralları uygulamak adaletsizliği beraberinde getirir diyebilirim. Bir hukuk kuralı, farklılıkları gözetmediğinde adaletsiz olur işte o zaman Hobbes’un da dediği gibi insan insanın kurdu olur ve savaş hali devam eder.

    5- Hukuk kurallarının amacı bireyin ve toplumun huzuru, mutluluğudur, bunların sağlanması ise bana göre özgürlüktür. Dolayısıyla hukuk düzeni toplumsal huzuru ve düzeni sağlayabildiği sürece meşrudur. Hukukun var olmadığı siyasal yapıya karşı Direnme hakkı bir hak olmalıdır bunu bir hak saymazsak yönetilen piyonlardan başka bir şey olmayız. Sivil itaatsizlik, yasal olmayan bir eylem olsa da hukuki bir hak olup olmayacağı konusunda biraz daha düşünmeye ihtiyacım var bu konudaki görüşlerimi derste yeri gelirse kendime ikna olduğum ölçüde paylaşacağım.

  8. Hobbes
    Doğası gereği her insanın her şeyi yapmaya hakkı vardır diyor. İnsanlar özgürdür ama birbirlerinin özgürlük alanını kısıtlamadan bunu kullanmalıdır.Bu yüzden her şeyi yapmaları mümkün değildir.
    İnsanların güvenli bir ortamı olmasını gerektiğini bunun da yasama yürütme yargının tek elde toplanmasıyla mümkün olacağını söyler.Bunların tek bir güçte toplanması yargının bağımsızlığının olmaması yasamanın yürütmenin iradesine bağlı olarak hareket ederek onun da bağımsız olamayacağı anlamına gelir. Ama bunların ayrı ayrı birbirinden bağımsız olarak hareket etmesi gereklidir.
    İnsanlar canlarını ve mallarını korumak için ellerinin altında bulundurdukları tüm güç ve yetkileri istediği gibi kullanma özgürlüğüne sahiptirler demektedir.Tüm güç ve yetkileri istediği gibi kullanmamalıdırlar böyle bir şeyin olması diğer insanların özgürlük alanına müdahale oluşturacaktır.
    Hobbes’a göre kuvvetler ayrılığı prensibi bulunmaması gerekir.
    Hobbes’ın felsefesini Harold Laski şöyle yorumlamıştır:Ortaya çıkan sonucun ne olduğuna bakılmaksızın bir düzenin sırf düzen olduğu için en yüksek iyi olduğu kanısıdır.Tabiki bu kanı da doğru değildir.Ortaya çıkan sonuç iyi değilse bir düzenin varlığı da şüphelidir.
    Hobbes,devletin haksızlık yapmaya olanağı yoktur diyor. Olması gereken de budur.
    J.J.R , kötülük toplumsallaşmayla meydana gelir diyor.Toplum bir arada yaşamanın zorunlu bir sonucudur.insanların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için bir arada yaşarlar.İyilik nasıl önceden var olabiliyorsa kötülük de vardır. Bunun toplumsallaşmayla oluştuğu söylenemez ama toplumsallaşırken insanların kendi çıkarlarını düşünmesi bunun için hareket etmesi kötülük oluşturabilmektedir.

  9. Baskıya karşı direnme makalesi ile ilgili görüşlerim:
    İktidara gelen güç hukuk devletini benimser fakat iktidarda iken uygulamalarına bakılırsa hukukun devlet için anayasal bir ilke olmaktan öte gidemediği görülür. Bunun birçok sebebi olabilir ama sebeplerin içinde en belirgin görüneni menfaattir. İnsanoğlunun en çok sıkıntı yaşadığı iki mevzudan biridir menfaat. Diğeri de nankörlüktür, geldiği yeri ve konumu unutmasıdır.
    İnsanların hukuki güvenlik içinde yaşaması hukuk devletinin gereğidir. Fakat bugün günümüzde halkın adalete olan itimadının dava açmaya bile üşenmesine bakarak sarsıldığını görmekteyiz. Yargı, bağımsızlığını elinden kaybedince hukuk da güvenlik de hukuk devleti de kaybolur diye düşünüyorum. Gücü eline geçiren, nasıl bir ‘gücü kaybetme korkusuyla’ yaşıyor ki bütün ideallerini göz ardı edebiliyor? Amiyane bir tabir olacak ‘’bal tutan parmağını yalıyor’’ demek ki diye düşünüyorum.
    İktidar meşruiyetini kaybedince halk buna karşı çıkar ki çıkmalıdır da esasında. Bir söz vardır hak verilmez alınır derler. Eğer iktidar halkın refahını, devletin menfaatini gözetemeyecek kadar gözlerini kapatmışsa halkın direnmesi kadar doğal bir tepki olmayacaktır.
    Hukukun çatısı altında geldiği noktayı ve gücü kullanarak, baskı kurarak meşruiyetinin dışına çıkan iktidara verilecek en güzel cevap aslında yine hukukla olacaktır. Fakat bahsettiğim hukuk* iktidarın adeta maşası olmuşsa o halde direniş de yasal olmaktan çıkacaktır. Nitekim darbe dönemlerini ve girişimlerini bu duruma örnek gösterebilirim.
    İktidarın hukuk devletine uygun olmayarak hareket etmesi durumlarından en tehlikelisi de hukuka aykırı olan bir durumu meşru kılıfa uydurmasıdır. Örneğin hukuka uygun bir başvuruyu zamanından önce sonuçlandırmak için devlet kurumlarını ve çalışanlarını meşgul etmek adil değildir. Fakat ‘’suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama’’ (TCK 282) suçuna vücut veren bir durumda evleviyetle adaletten söz edilemez. Halkın yedi kat perde altından bu durumlara şahit olması direnmeyi er ya da geç beraberinde getirecektir.

  10. Makalede aydınlanmanın tanımı insanın ergin olmama durumundan kurtulmasıdır .Burada bahsedilen ergin olmama durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Ancak kanaatimce insan sadece kendi aklını kullanarak tamamen aydınlanmış olamaz. Çünkü düşüncelerimiz hayatımız boyunca başkalarının yol gösterici nitelikteki kararlarının bir araya gelerek ve bir süzgeçten geçirilerek ortaya çıkan sonuçlar bütünüdür .İnsanlar bir arada yaşamaya muhtaç olduğu için toplumdakilerin birbirleriyle etkileşim kurmaları yadsınamaz bir gerçektir. Bu iletişimle beraber farklı düşüncelere sahip olan insanlar birbirlerini etkilerler ve yeri geldiğinde birbirlerine kılavuzluk da ederler. Bu kılavuzluk , insanın o kişi ya da kişilerin düşüncelerine tamamen haiz olduğu anlamına gelmez. Örneğin müzik notaları belirli ve sayılıdır , her bestede bu notaların kullanılmasına rağmen ortaya çıkan besteler birbirlerinden farklıdır .Aynı şekilde insan başkalarından etkilense de bu etkilenmeler sonucu akılını kullanarak ortaya yeni ve farklı düşünceler çıkartır . Bu , insanın düşünce özgürlüğünü kısıtlamaz ; çünkü etraftan aldığı bilgileri kendine göre uyarlar ve kendi aklının sınırlarını aslında kendi belirler .Yani başkalarının fikirlerini alıp ya da almamakta insan özgürdür ; o fikir kişiye uyuyorsa bunu benimser ve ona göre düşüncelerini şekillendirir .Daha sonra insanlar bu alınan düşünceleri beyinlerinde tarttıktan sonra düşüncelerin sınırlarını belirlerler ve hayatlarında uygularlar . Sonuç olarak Kant’ın bahsettiği aydınlanmaya yaklaşabiliriz ancak ulaşamayız ; çünkü insanın tamamen ergin olmama durumundan kurtulması mümkün değildir .Bu nedenle hiçbir zaman tam anlamıyla aydınlanmış bir toplum değil , aydınlanma evresinde olan bir toplum olarak kalacağız.

  11. Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu Ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırması

    John Locke’un doğa durumuna bakışını incelediğimizde herkesin eşit ve özgür olduğunu söylediğini görüyoruz. İnsanlar arasındaki doğa durumunu yöneten bir doğa yasası vardır ve bu da akıldır diyor. Locke’a göre herkesin bu doğa yasasından doğan hakları, cezalandırma yetkileri vardır. Locke bu cezalandırma yetkisinin herkeste olmasına rağmen hala düzenin olabileceğini düşünüyor ancak bu ihkak-ı hak durumunu yaratır ve toplumda kaos meydana gelir. Herkes kendi cezasını kendisi vermeye çalışır ve düzen ortadan kalkar.
    Rousseau’ya göre doğa durumuna baktığımızda gerçek ve bozulmaz bir eşitlik vardır. Medeniyetin getirdiği insan anlayışı insanın özgürlüğünü elinden alıp onu köleleştirmiştir. İlkel insan iyidir toplumsallaşmış insan kötüdür der. Rousseau’nun bu görüşüne katılıyorum. Çünkü insan ilkel zamanlarda bir eşitlik içinde doğuyordu ama medenileşme, toplumsallaşma ile bu durum insanın elinden alındı. Bu görüşte katılmadığım tek nokta medeniyetin insanı köleleştirdiği düşüncesi. Toplumsallaşma insanları birbirlerine bağımlı hale getirsede tam anlamıyla köleleştirdiğini söylemek bence mümkün değildir.
    Mülkiyet açısından baktığımızdaysa Locke özel mülkiyetin varlığını kabul eder ve mülkiyet devleti yaratmıştır der. Rousseau ise tam tersi özel mülkiyetle kötülüğün geldiğini savunur. Eşitsizliği sağladığını söyler. Ben özel mülkiyetin devleti oluşturduğunu ama aynı zamanda insanlar arasındaki eşitliğide bozduğunu düşünüyorum. Yine Rousseau emek aısından da özel mülkiyetteki gibi huzur bozduğunu söylüyor. Bu görüşe katılmıyorum. Özel mülkiyet eşitsizlikler yaratabilir ancak verilen emekle bir düzen kurulup huzur sağlanabilir. Bu konuda Locke’un görüşlerine katılmayı tercih ediyorum.
    Sonuç olarak Locke ve Rousseau insan doğası, özel mülkiyet, emek, eşitlik gibi kavramlarda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. bu görüşler bazen birbirinin zıttı olsada çıkış noktaları vs. aynıdır. İkisininde düşüncelerinde katıldığım yerler mevcuttur.

  12. Günümüzde insanlar, toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek için toplumla olabildiğince eşgüdümlü hareket ederler. Aslında bu davranışın temelinde insanın ilkel döneminden kalmış refleksi vardır. İnsanlığın ilkel döneminde alet yapımı ile doğan ve akabinde doğadan istediğini alabilmesi yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bunun devamında insanların en büyük ve en güçlü hayvanlara üstün gelmesi ile birlikte üretim de artmıştı. Hayvanların postlarıyla kendini hava değişimlerine karşı koruma olanağını elde eden insan, bu sayede maddi mallar üretmiş ve toplumsal yaşamın temeli bu üretim faaliyetleriyle birlikte olmuştur. Toplum üyelerinin ortaklaşa çabalarıyla elde edilen tüm ürünler eşit şekilde bölüşülmüştür. Ortaklaşa mülkiyetin hakim olduğu bu düzen içinde insanlar arasında eşitsizliğin olmadığı sınıfsız toplum yapısı vardı.
    İlkel topluluğun üyeleri, yaşamlarını devam ettirebilmek için gerekli emeği ortaklaşa ürettikleri sürece özel mülkiyet kavramı gelişim göstermemişti. Ancak toplumların gelişmesine paralel şekilde üretimin de gelişmesiyle toplumdaki birlik parçalandı ve özel mülkiyet kavramı gelişti. Bu şekilde başka bir toplum yapısına geçilmiş olundu. Makalelerde bahsedilen doğa durumu; toplumsal düzenin ortaya çıkmasından önceki bir haldir. Bu geçiş beraberinde sınıf kavgalarını da getirdi ve doğa durumundaki eşitlik ve barış hali de bozulmuş oldu. Artık toplumsal yaşamın zorunlu unsuru olarak görülen düzenin sağlanması için egemen güce bir takım yetkiler tanımış ve devlet kurumu oluşturmuştur. Devlet, sosyal düzeni korumak amacıyla normlar koyar ve insanlardan bu normlara uygun davranmalarını ister. Modern toplumlarda bu kurumlar günlük yaşantımızın her yerinde etkisini gösterir. Bu mekanizmalar toplumla öyle kaynaşmıştır ki insanlar artık bunları sorgulamaz hatta varlıklarını unutup sadece kabul eder hale gelmişlerdir. Bu da egemen iktidarın yasal olarak görünen yollarla hukuk dışına çıkmasının önünü açmıştır. Bu durum son tahlilde, meşruluğunu yitirmiş bir devlet yapısı ve bu yapıyla uyumlu insanlar bütününü olan bir toplum ortaya çıkmış olur.
    Bu yapı nedeniyle insan aklını kullanarak yaşadığı toplumu kendi düşünceleriyle analiz etmelidir. Toplumun önyargılarına göre düşünmemelidir yani zincirlerini kırıp ona gösterilenlerden daha fazlasını görmek için mağarasından dışarı çıkmalıdır.

  13. Doğal hukuk içimizde var olan hukuktur. Pozitif hukuk buna göre şekillenir. Bazı normlar pozitif hukukta yer almasa da bizim için doğal bir hak olarak varlığını sürdürebilir. Makalelerde genel olarak bu haklardan direnme hakkı üzerinde durulmuş. Direnme hakkı anladığım kadarıyla meşruiyetini kaybetmiş, ve sürekli baskı uygulayan bir iktidara karşı bir haktır. Bunun örneklerini pasif direniş deyince akla gelen Gandhi’de görebiliriz(tuz yürüyüşü vs.) Peki, nedir bu pasif direniş? Pasif direniş, şiddetsiz bir şekilde pozitif hukukta kabul edilmeyen ancak doğal hakkımız olan hakları ulusça (bir grup olarak) korumaktır. Aslında bu direniş hukuka aykırıdır(pozitif hukuka) çünkü bu hak anayasalarda verilmez. Bunun sebebi de pozitif hukukun tabiatına ters olmasıdır. Çünkü anayasalar sistemi devam ettirmek için vardır. Bu sistemi de yıkabilecek bir hak normal olarak anayasalarda verilmez. Direnme hakkının örneğini son dönemde ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nda bol bol görüyoruz. Adalet yürüyüşü ve son günlerdeki elektrik zamlarından sonra zamlar geri çekilinceye kadar elektrik faturasını ödememe kararı almasında olduğu gibi. Meşruiyetini yitirmiş bir iktidarın temel görevlerini yerine getirmemesi sonucunda sürekli baskı uygulaması halkın büyük bir kesiminde tepkiye yol açmıştır. Bu hakları korumak için ise grupça, şiddetsiz bir şekilde iktidara tepki gösterilmektedir. Bu tepki illegaldir. Ancak yukarıda da açıkladığım gibi legal olması yasaların fıtratına terstir. Yani pozitif hukuku araç olarak kullanıp baskı uygulayan iktidarlara karşı elimizdeki güç doğal hukuktur. Bizim temel hak ve özgürlüklerimizi koruyan doğal hukuk.

  14. Genel hattıyla doğa olarak adlandırdığımız mekân birimi genel kapsayıcılığı ile toplumsal belleğimizde yer edinmesinden kaynaklı bir noktadan sonra yapı bozuma elverişli bir hal almaktadır. Örneğin, A ve B kişisini göz önünde bulundurduğumuzda doğanın tüm olanaklarının, kullanım hakları eşitliğini bir noktadan sonra mahremiyet kisvesi altında özelleştirmeye (ev, yaşam alanı) ve bir çeşit savaş alanı inşa etmeye başladığını görmekteyiz. Bu oluşum süreci sonucunda toplumsala vardığımız süreçten itibaren çeşitli kimlik özelliklerinin, sınıf farklarının çatışmaları ve bu çatışmaların getirdiği kaotik durum, bir noktadan sonra toplum denen varlık biriminin en küçük yapı taşı olan bireyin, özlük haklarını tehlikeye sokmak ile birlikte yaşama hakkına saldırı boyutuna gelmektedir. Bu olay ve varyantlarının önüne geçmek amaçlı mülkiyet hakkı bireyin aidiyet duygusunu güçlendirecek ve asimile durumunun önüne geçecektir. Bahsettiğimiz toplumsalın hukuki zeminini oluşturan devlet yapısı her ne kadar doğal hukuk düzeni altında varlık göstermekte olsa da biz bunun zaman zaman esnediğini görmekteyiz. Bunu örnek ile açıklamak gerekirse, çeşitli ülkelerde kadınların doğum iznine ayrılırken bir diğer erkek bireylerin aynı durumdan yararlanamadığını görmekteyiz. Bu örnekten yola çıktığımızda genel eşitlikçi olan doğal hukuk bir noktadan sonra biyolojik ayrıştırmaya gitmektedir. Çeşitli ayrıştırmaların sonucu olarak toplum düzeni bir noktadan sonra çeşitliliğin kargaşasında birey haklarına hizmet veremeyecek hale geldiğinde bireyler üzerlerinde hissettikleri tahakkümü hukuki süreci esas alarak çözüme ulaştırmak için gayret sarf edeceklerdir.

  15. Makale Locke ve Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorilerine ve insanların bu sözleşme türlerini yapma sebeplerinin neler olduğu konusundadır. İki düşünürün başlangıç noktası aynı olmasına rağmen ulaştıkları sonuçlar farklılık gösteriyor.

    Filozofların devlet anlayışı incelendiğinde doğa durumuna birbirlerinden ayrı değer atfettikleri görülmektedir.Mesela Hobbes’a göre doğa durumu bir savaş hali ve kargaşadan oluşmaktadır. Ancak Locke’a göre insanlar özgürlük sahibi ve eşittirler.Rousseau da bunu insanın kendi iç benliğine göre gerekçelendirmiştir. Felsefenin yapısı gereği mutlak kesinlik olmamaktadır ve sorgulamayı düşünmeyi oluşturur. Bu sorgulara verilen yanıtların birbirinden ayrı olması nedeniyle uzlaşmaya varılamayacağını düşünmekteyim.

    Mülkiyet hakkının bir doğal hak olduğunu düşünüyorum. Doğal haklar insanın doğumla birlikte dünyaya gelerek, kendiliğinden kazandığı haklardır. Bu hakların var olması için bir kanun koyucu tarafından düşünülmesine gerek yoktur. Bir insan herhangi bir eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmadan bir şeyler üretip tüketmeden kullanmadan varlığını sürdüremez.

  16. Toplum sözleşmesine dair
    Makalelerde görüşlerine yer verilen filozofların ortak olarak söyledikleri birtakım şeyler arasında en dikkat çekici olanı; insanın, korku ya da kendisini koruma arzusundan kaynaklanan bir güdüyle, diğer insanlarla barış ve huzur ya da tam tersi şekilde savaş halindeyken; savaştığı kimselerle hatta daha da absürt olanı barış içinde olduğu kimselerle “korku”dan dolayı anlaşması, yaşamını, mülkiyet hakkını veya diğer bazı haklarını güvence altına almak amacıyla bir toplum sözleşmesi kurmasıdır.
    Doğa durumunun yaşandığını varsayarak hareket etmek gerekirse -ki üç filozof da bunu varsayım ya da zorunluluk olarak görmüşler ve teorilerinde doğa durumuna yer vermişlerdir- yapılması gereken ilk eleştiri; tüm insanları tek bir davranış, düşünce, yaşayış kalıbına sokmanın mantıkla açıklanamayacak bir durum olduğunu söylemektir. Tüm farklılıklara rağmen (yaş, cinsiyet, ırk, alışkanlıklar, kapasite, insanların yaşadıkları iklim de dahil olmak üzere sayılabilecek pek çok farklılık…) insanların bütünüyle barış ya da savaş halinde olduğunu varsaymak için buna dair en azından günümüz dünyasından bir temellendirme yapmak gerektiği kanaatindeyim. Her ne kadar, devletlerden daha eski olduğu varsayılan doğa halinde yaşayan insanlarla günümüz insanının aynı özellikleri bünyelerinde barındırmamalarından dolayı bu tarz bir argümanın doğruluk payının düşük olacağı düşünülse de yalnızca ‘insan bencildir bu yüzden savaşır’ ya da ‘insan özünde iyidir bu yüzden mülkiyetin keşfine kadar da iyiydi ve diğer kimselerle barış halindeydi’ gibi söylemlerden daha sağlam temellere dayanacağı söylenebilir. Doğa halinde yaşayan tüm insanlara atfedilecek ortak bir yaşam şeklinin olduğu düşüncesi, ispatı oldukça zor bir düşüncedir.
    Elbette bu savaş ya da barış haliyle kastedilenin güvensizlik ya da güven, korku ya da dayanışma hali olduğunun farkındayım. Ancak yine de tüm insanların birbirinden korkarak ya da birbirlerine güvenerek yaşadıklarını zannetmiyorum. Akıl sahibi insanların da olduğu ve sürü olarak nitelendirilemeyecek şekilde davrandıkları ve yaşadıkları düşüncesindeyim. Sadece korkarak ve hayatını güvence altına almak için yaşayan bir varlığın akıl ettiğinden söz etmek çok mümkün olmasa gerektir. Yalnızca bencil olma özelliği taşıyan, yalnızca dürüst olan, yalnızca cimri, yalnızca cesur olan bir insandan söz edilemeyeceği gibi yalnızca korkak olan bir toplumdan da söz edilemez. İnsanın tek kaygısı kendi yaşamını güvence altına almak olamaz. Bu en önemli kaygı olabilir fakat tüm yaşamını bunun için şekillendirmesi mümkün değildir. Tek kaygısı yaşam güvencesi olan insanın, toplum sözleşmesiyle birdenbire bu kaygıdan kurtulması, aslında ona sağlanan tek güvencenin diğer insanların sözleşmeye gösterdikleri sadakat olduğu düşünüldüğünde tutarsızlaşmaktadır.
    İlk olarak, insanlar savaş halinde oldukları kişilerle ne oluyor da uzlaşabiliyor? Nasıl oluyor da uğrunda savaştığı haklarını, savaştığı insanlarla bir araya gelip bir kurum oluşturup bu kuruma devredebiliyor? Diğerlerinden daha güçlü olan topluluklar neden haklarını devrediyor? Yıllar boyu barındırdığı korkudan insan bir sözleşmeyle nasıl hemen kurtuluyor?
    İkinci olarak da barış halinde yaşayan insanlar neden yaşamlarının sona ereceğinden korkuyorlar? Mülkiyet hakkı barış içindeki iyilik dolu insanları nasıl birbirlerini öldürmelerini gerektirecek kadar kötüleştirebiliyor? Buraya kadar cevaplansa dahi ne oluyor da bu saf iyilikten saf kötülüğe geçmiş insanlar tekrar birleşip bir sözleşmede mutabık kalıyorlar? Mülkiyet hakkının kötüleştirici etkisi, haklarını devretme noktasına gelindiğinde etkisini nasıl yitiriyor?
    Tüm bunlara rağmen yine de sözleşmenin kurulduğunu kabul edersek kişilerin tek teminatlarının sözleşmeye katılan herkesin -ki herkes sözleşmeye katılmazsa bu bir toplum sözleşmesi olamaz düşüncesi var- sözüne uyacağı inancıdır. Yani herkesten ahlaklı bir davranış gösterip verdikleri söze uymaları beklenir. Sözleşme öncesinde herkes birbirini öldürüyorken sözleşme sonrası etik kurallar beliriveriyor ve herkesin içinde, tek amacı yaşamak olan etikten bihaber herkesin içinde inanç ve ahlak zuhur ediyor ki ancak bu koşulda sözleşmenin etkisi ya da işlevi olabilsin.
    Benim görüşüme göre birtakım güçlü kişilerin zorbalığı sonucunda doğan devlet, insanların gözünde meşruiyet kazanma mecburiyeti hissettiği noktada ‘bu hepimizin iyiliği için, bunu siz istediniz’ gibi bir düşünceyi ortaya atmıştır ve insanların, toplumu kendilerinin kurduklarını ya da devletin aslında bir ihtiyaçtan ve insanın isteğinden/rızasından neşet ettiğini düşünmelerini istemiştir. Düşünün ki; herhangi akıl mantık sahibi bir kişi haklarına o kadar ki değer veriyor, haklarını koruması için bir kurum oluşturup sonra bu kuruma hakkını devredip isterse de bunları suiistimal edebileceğini söylüyor. Böyle bir kişi akıldan münezzehtir. Kendi haklarından kamu ya da toplum yararı uğruna vazgeçtiğine inandırılmış olsa dahi isteyerek devleti kurup isteyerek ona itaat etmek mantık işi değildir.

  17. Doğa durumu kavramının işlevi nedir? Onun ne olduğu üzerinde uzlaşılabilir mi?

    Doğa durumunda hobbesin aksine Rousseau insanın doğuştan iyi olduğunu ve günahın ya da kötülüğün bulunmadığını vurgulamıştır oysa hobbes insanın toplumun içine girince iyi olduğu düşüncesini savunur. Lockea göre doğa durumunda, herkesin tabii olduğu bir doğa yasası vardır. Locke, bu yasanın akıl olduğuna değinir. Yaşayan bir kimsenin diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ya da sahiplenmelerine zarar vermemesi gerektiğini söylemektedir. Lockea göre, doğa yasasını çiğneyen herkesin cezalandırılması gerekir. Bu cezayı hakkı ihlal edilen verir… Rousseau’ya göre kötülük insanın işidir. Kötülük toplumsallaşmayla meydana gelir. Weischedele göre, bu durum topluma bir sorumluluk yükler. Yine Rousseau doğa durumunda sanatın da davranışlarımızın da geleneklerimizin de doğal ve kaba kalıba sokulmamış olduğunu söyler. Locke, doğa durumunda . insanın doğar doğmaz elde ettiği Tanrı tarafından bahşedilmiş, devredilemez, elden alınamaz nitelikte olan hakları vardır. Locke, bunların yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları olduğunu belirtmiş Ancak Locke, bu haklardan önemli gördüğü mülkiyete iki farklı anlam yüklemiştif. Özetle Locke un doğa durumu bir barış halidir.

    Soru 2: Mülkiyet hakkı doğal bir hak mıdır? Nasıl gerekçelendirilebilir?

    Locke nin mülkiyet kavramı : insanlar emek verdikleri üzerinde mülkiyet hakkı kurabilirler asıl olan EMEK tir. Nitekim Locke, insanların özgürlüğünü sağlamaya destek olmasından dolayı, özel mülkiyetin insanlık durumu için zorunlu olduğunu kabul etmektedir
    Rousseau ise doğa durumunda iyi olan insan mayasının mülkiyet anlayışının yavaş yavaş zihinlere yerleşmeye başlaması ile bozulduğunu belirtmektedir.

    Soru 3: Devlet, (doğal) hukuk düzeninden çıkabilir mi?

    Yine Hobbesa göre bizatihi kuruluş nedeni barışı sağlamak ve sürdürmek olan devlet kamu düzenini sağladığı ve koruduğu sürece herhangi bir biçimde haksızlık yapamaz bunun olanağı yoktur. Devletin haksızlık yapabileceğini düşünmek, sınırsız olması gereken devlet iktidarını sınırlandırmak anlamına gelir. Hobbesa göre en kötü zorbalık anarşiden iyidir
    Soru 4: Bir hukuk kuralı ne zaman / hangi koşullarda haksız / adaletsiz olur? Adaletsiz bir hukuk kuralına, hukuken uymak yükümlülüğü var mıdır?
    Hukuk Kuralları bireysel olamaz. Bir kişiye bir zümreye yönelik olan kural olamaz. Hukuk kuralı gizli olamaz. Hukuku kuralı geriye yürüyemez. Hukuk kuralları açık ve net olmalıdır. Çelişkili olmaz. Kuralların imkan sınırları içinde olması gerekir.. Kuralların belli bir sürekliliği istikrarı olmalı. Kural ile mahkeme çelişmemelidir. Adaletsiz bir hukuk kuralı oksijensiz bir ormana benzer. Oksijensiz ormanda nefes alabilme ironisi ne derecede mümkünse adaletsiz bir hukuk kuralına uymak da aynı oranda mümkündür.

    Soru 5: Direnme hakkı bir hak olabilir mi? Sivil itaatsizlik, hukuki bir hak olabilir mi?

    Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemenin eylemlerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri anlamına geleceğinden, Hobbes herhangi bir başkaldırıyı kabul etmez. Locke ise İnsanların doğa durumundan getirdiği doğal haklar (yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları) ihlal edilirse ihtilal veya direnme hakkı vardır der. Rousseau, hükümet üyelerinin, herhangi bir durumda yetkilerinin ve görevlerinin ellerinden alınabileceğini söyler. Genel iradeye karşı bir ihtilal veya direnme hakkından bahsedilemez.
    Locke a göre iktidarın kaynağı halktır. İktidar meşruiyetini, Tanrı’dan veya kaba güçten değil, halkın rızasından almaktadır. Ancak, bireylerin otoriteyi kabul etmeleri koşulsuz bir teslimiyet de değildir. Devletin, aslî amacı bireyin doğal haklarını korumaktır. Devlet bu görevini yerine getirmez üstelik bir de bu haklara kendisi tecavüz ederse bu durumda direnme hakkı ortaya çıkacaktır.

  18. J.J.Rousseau kötülüğün tek başına insan işi olduğunu savunmaktadır. Toplumsallaşmayla da insan kötülüğü meydana getirir. Ben bu cümleye hem katılıyorum hem de eleştiriyorum.Haklı olan tarafı kötülüğü insanın kendi iradesiyle bencilleşmek uğruna yapmasıdır.Topluluk içerisinde sürekli en iyisi,en doğrusu,en güzeli…olmak için çabalar çünkü toplum içerisinde kendisini kıyaslayacağı bir sürü insan vardır. Eğer bu kıyaslamadan örnek alarak çıkarsa kötülüğü ortaya çıkarmamış olur ancak o kıyaslama ile birlikte daha da ben merkezli düşünce üretmeye başlarsa işte o zaman toplumsallaşma ;kötülüğü, insanın arttırması için bir araç konumundadır.

    Locke’un mülkiyet açısından özel mülkiyetin kazanılmasının insanlık için zorunlu olduğunu kabul etmektedir.Özel mülkiyet her şeyden önce insana bir güven verir.Kendisini daha güvenli hissedeceği bir ortam sağlanmış olur.Böylelikle insan iyi olan doğa kavramına yakınlaşabilir. Özel mülkiyete sahip olmayan insanların kendilerini diğer insanlarla asla eşit görme durumu yoktur. Kendisini hep bir adım geri hisseder bu durum konu hırçınlaştırır ve özel mülkiyetlere zarar vermesine sebebiyet verebilir.Böyle bir durumda da J.J.R’nin mülkiyet görüşü işlerlik kazanmaktadır. Bir çatışma söz konusudur.Emek kavramı işin içine girdiğinde de durum aynıdır bana göre. Eğer herkes eşit şartlarda eşit emek gösterirse(böyle bir şey mümkün değil) toplumda iyilik kavramı yerini koruyacaktır.Ancak bazısı çok bazısı az emek vererek ve hatta bazısı hiç emek vermeden mülkiyet sahibi olmak istenen bir toplumda hırçınlaşma ,mülkiyete tecavüz gibi olayların önüne geçilemez.

  19. J. J. Rousseau’ya göre yasama faaliyetinin amacı hürriyet ve eşitlik olmalıdır. Kanun hükümleriyle aklı ve bilgeliği içermelidir. Dolayısıyla bir kanunun adalete uygun ya da uygun olmadığını tartışmak mantıksızdır. Çünkü insan iradesi ve bilgeliği ile oluşturduğu bu kanunlara uymayı, bir nevi sözleşme yaparcasına vaat etmektedir. Yine insan kendi eli ile kendisine haksız davranamayacağından kanunda adalet arayışına girmek anlamsız olacaktır. Rousseau’ya göre üç tür kanun vardır. Birincisi, politik kanun (anayasa) olarak tabir edilen devletin yapısını belirleyen kanunlar, ikincisi toplumda yaşayanlar ile devlet arasındaki ilişkiyi düzenleyen toplumsal kanunlar ve son olarak da bütün kanunların yaptırımlarını belirleyen ceza kanunları niteliğindeki kanunlar. Elbette kişilerin verdiği emirler vardır, ancak bu emirler kanun niteliği taşımamaktadır. Bir de Rousseau’nun kanunlar haricinde bir de insanların iç dünyasında yer bulan ahlak kurallarının da kanun sayılabileceğini belirtmesi, öznelliğinin verdiği belirsizliğin yanı sıra soyut bir fikir olarak algılanabilir. Ancak yaptırımı olmayan adalet adaletsiz bir adalet olacağından birtakım hakların yanında yükümlülükler belirlenmeli, adaleti tesis edici bazı sözleşmeler yapılmalıdır der. Buradan hareketle Rousseau’nun kanunlar çerçevesini net ve keskin çizgilerle çizdiğini görmekle birlikte, her dönemin kendi koşul ve şartlarıyla birlikte düşüncelere de etki ettiğinden, toplumsal sözleşmeciler ile birlikte Yeni Çağ tabii hukuk akımında “hukuk kuralları-yaptırım-adalet” üçgeninin ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür.

  20. Mülkiyet hakkının doğal bir hak olduğu düşünüyorum. İnsanlar avcı ve toplayıcı şekilde yaşamlarını sürdürürken emekleriyle elde ettikleri besin maddelerini yine kendileri tüketiyorlardı. O zaman da elde bulundurmak bir malın kime ait olduğunu gösteriyordu, yalnızca kanunda düzenlenmemişti. Ancak böyle bir durumda insanlar arasında bir mücadele ve ihtiras yarışı olduğunu söyleyemeyiz bence çünkü herkes ihtiyacı kadar yiyecek alıyordu ve bunları uzun süre muhafaza etmek zaten mümkün değildi. İnsanın tabiatında sahiplenmek olsa dahi temel ihtiyaçlarını tek başına giderebilmesi mümkün değildir çünkü doğaya karşı oldukça zayıf durumdadır. Ayrıca insan, türünü sürdürebilmek ve yalnız hissetmemek için de diğer insanlara muhtaçtır bu yüzden Hobbes’un tabiat durumunda insanın sosyal bir varlık olmadığı yönündeki fikrini doğru bulmuyorum. Bireyin devlete karşı ayaklanamaması, devlet karşısında hürriyetinin bu kadar kısıtlanması ise şüphesiz totaliter bir rejime yol açacaktır. Böyle bir devlette düşünce ve ifade özgürlüğü gibi çok tabii bir hak bile insanlara tanınmaz. Muhalif düşünceler hemen bertaraf edilir. Hobbes’a göre kişi sadece kendini koruma ve toplumda güvenliği sağlayamayan devlete itaatsizlik etme hakkına sahiptir. Bu düşünceye göre faşist bir devlet dahi meşru görülebilir, din ve vicdan özgürlüğü yoktur ki zaten bütün dini kurumların, devlet kanunlarına tabi olduğunu söyler Hobbes.

  21. Doğa durumu hakkında ortak bir tanım yapılamamıştır. Doğa durumu devlet nasıl ve niçin var olmuştur, sorusunun cevabında başvurulan varsayımsal bir kavramdır. Bence doğa durumu devlete ihtiyaç duymayan insanların kurduğu ütopik düzeni tanımlar. İnsan başta yalnız ve özgürdü. Toplumu oluşturmaya başladıkça eşitlik ve güç dengesi değişti, çıkarları farklılaştığından kaos ortamı oluştu ve bunu çözecek üstün bir otoriteye ihtiyaç duyuldu. Devletin de ortaya çıkış sebebi insanların kargaşa ortamından kurtulması, barışın sağlanmasıdır. Kanımca doğa durumu ihlallerin olmadığı, varsayımdan öte bir durumdur.

    Toplumu oluşturan bireylerin uyacağı hatta uymak zorunda tutulacağı otorite kendi kimliğinden bağımsız olarak kargaşaya yol açabilecek uyuşmazlıkları çözecek, insanlar da bu çözüme değer yükleyerek onu kanun sayacaktır. O halde devlet insanların iradesiyle vardır, bir gün devlet gereği gibi işlemez ve haksızlıklara yol açarsa toplum en başta yapılan toplumsal sözleşmenin hükümlerini gözden geçirmek isteyecektir. Direnmek için kullanılan yöntem şiddet olduğunda savaş durumu oluşacak, yöntem yasal olduğunda barış durumu sağlanacaktır. Devletin toplumsal sözleşme adı altındaki müdahalesiyle toplumda yaratılan eşitsizlik kanunlarla adaletli gösterilir. Adaletli olan şey eşitsizliğin yaratabileceği yeni kaosu önleyecek tedbirler almaktır. Adaletsiz bir hukuk kuralı hukuken geçerli görülüyorsa uyulması gereklidir. Geçerliliğini yitirdiği takdirde zaten uyulmayacaktır.

    Locke mülkiyet hakkını insanın emeği sonucunda elde ettiği sahiplik anlamında kullanmıştır. İnsanlar en başta doğası gereği yaşamını sürdürebilmek, karnını doyurmak, ısınabilmek, sığınabilmek için bazı araçları elinde tutmak ister. Örneğin nehirden güç bela balık yakaladığında ısınmak için yaktığı ateşe koyacak ve pişmesini bekleyecektir. Bir başkası ateşin üzerindeki balığı çaldığında onu emeklerinin ürünü olarak görecek ve sahiplenme güdüsüyle geri almak isteyecektir. Direnmenin meşru müdafaa görünümünde bu kişi elinden rızası dışında çıkan balığı geri alabilmek için o benimdi, diyerek savunma yapacaktır. Kanımca doğa durumunda mülkiyet hakkı kaybedildiğinde, kaybedilme tehlikesiyle karşılaşıldığında fark edilecektir. Balığı yakalamak ancak zilyetliğe işaret eder. Balığı satmak, takas etmek gibi ihtiyaçlar karmaşıklaştığında mülkiyet hakkı doğacaktır. Mülkiyet hakkı bence sahiplenme içgüdüsünden kaynaklanan bir haktır.

    Kuvvetler birliğinin esas alındığı düzeninde yürütmenin yasa yapması durumunda yasaların onların çıkarına uygun olarak yapılması ve uygulamaları söz konusu olabilir. Bu durumda direnmek gerekli ve zorunludur. O halde direnme toplumsal sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüktür. Doğa durumunda direnme hakkı ise ihtiyaç duyulmadığından kullanılmaz. Ne zaman ki ihtiyaçlar farklılaşır, otorite kurulması söz konusu olursa insanlar ancak o zaman üstün bir otoritenin haksızlıklarına karşı direnme hakkını kullanmak isteyeceklerdir. Locke’a göre de haksız güç kullanan kişilerin kendilerine karşı direnilmesi söz konusu olabilmekte, bu kişiler hukuken sorumlu tutulabilmektedir. Rousseau da kuvvetler ayrılığını savunmuş, iktidarı sınırlandırma amacı olarak gerekli görmüştür. Hiçbir devlet direnme hakkıyla sınırlandırılmaz çünkü direnme hakkını kullanan kişiler artarsa hükümet yok olma tehlikesiyle karşılaşabilecektir.

    Sivil itaatsizliğin temel hedefi yasanın yönetimini tümüyle yıkmak değil, belirli yasaları ya da hükümet politikalarını şiddet kullanmadan değiştirmektir. Yasaların haksız görülen hükümlerini değiştirilmesini sağlamak için bazı yasal alternatif yöntemler vardır. Soyut ve somut norm denetimi, Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuru gibi yasal yöntemleri kullanarak istenilen sonuca ulaşılabilir ancak bu hayli zaman alır. Bunun yerine sivil itaatsizlik tercih edilebilir. Sivil itaatsizlik haksız yasalara ya da hükümet politikalarına dikkat çekmek için tasarlanan, şiddet içermeyen ve kamusal alanda yapılan yasadışı eylemdir. Bu etkin yol olabilir ancak yasadışılığı yasadışı yöntemle çözmeye çalışmak hukuki olamaz, kendisiyle çelişir.

    Hobbes iktidarın sınırının neredeyse olmadığını olsa olsa yaşam hakkı olacağını düşünürken Rousseau ise bu sınırın mülkiyet hakkı olduğunu savunur. Ona göre mülkiyet hakkı doğuştan gelen bir haktır ve devlet buna müdahale edemez. Ancak devlet hakları koruyabilmek için sermaye toplayamaz, uyruklar gönüllü olarak payları oranda devlete bağışlar. Burada kanımca şu öncelikle cevaplanmalıdır: Bu ödemeyi onaylamayan kişilere karşı devlet ne yapacaktır? Yaptırım uyguladığında gönüllülük ortadan kalkacak veya devlet, onaylamayanları daha az koruyacak böylece yine eşitsizlik, kargaşa ortaya çıkacaktır. Devlet herkesi eşit şekilde korursa bu payların eşit olacağı anlamına gelir ki ekonomik gücü zayıf olanlar bu yükümlülüğü daha ağır hissedecektir. Öncelikli olarak koruduğu bir kesim varsa paylar eşit olmamalıdır. Bu durumda kargaşa yine kaçınılmaz olacaktır.

    Locke başlangıçta eşitliğin ve özgürlüğün olduğunu daha sonra insanların akıllarının ve doğanın kendisine verdiği yetileri uygun kullanmadıklarından doğa yasasını ihlal ettiklerini söylemiştir. Locke’un büyük doğa yasasına göre “herhangi bir kimse birinin kanını dökerse, diğer insanlar da onun kanını dökmelidirler.” O halde birisini öldüreni öldürmek doğa yasasını yeniden ihlal etmektir. Bu çelişkili döngü kan davasını, ilhak-ı hakkı destekler. Toplumda devlet eliyle idam cezası uygulanıyorsa doğa yasası deliniyor, “insanın doğası gereği” değişime uğruyor demektir.

    Fatma ŞİRİNGÜL
    c1951164

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s