Bu hafta derste adalet kavramı üzerinde durmaya devam edeceğiz ve bu bağlamda John Rawls’un adalet teorisini tartışacağız. Bu kapsamda aşağıdaki makalelerin okunması ve refleksiyon paragraflarının 25 Mayıs Çarşamba günü saat 19:00’a kadar gönderilmesi gerekmektedir.
JOHN RAWLS’IN ADALET ANLAYIŞI
Rawls da toplumsal sözleşmeciler gibi bir ilk durumdan söz ediyor bu ilk durumda herkesin eşit, iyi ve özgür olduğunu söylüyor. Ayrıca halkın cehaletin pençesinde olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte bir toplumsal sözleşmeyi gerekli görüyor ancak bu toplumsal sözleşmede bireysel hak ve özgürlüklerin herkes için eşit olması gerektiği ve sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin azalması gerektiğine dair adalet ilkeleri bulunmasının zorunlu olduğunu ileri sürüyor. Rawls’ın adalet anlayışı hakkaniyet temellidir. Kanun koyucuların kanun yaparken kendilerine dair bilgileri bir kenara bırakıp empati yapmalarıyla adaletin sağlanabileceğini kabul ediyor.
Sık sık karşımıza çıkan adalet sembollerinin gözlerinin kapalı olması bana John Rawls’ın adalet anlayışıyla örtüşebilir. Adalet sembolündeki kapalı göz karşısındaki kişinin özelliklerini görmeden karar vermeyi ifade edebileceği gibi Rawls’ın görüşündeki kendi kişisel özelliklerini de görmeden adaleti sağlamayı da ifade edebilir.
Çiğdem Ece ARIKAN
201951016
HAKKANİYET ADALETİN TEMELİDİR
Yüzyıllar boyunca filozoflar daha çok kendi görüşleriyle aynı doğrultuda bir çok adalet anlayışı geliştirmişlerdir. John Rawls ise adalet anlayışını hakkaniyet bağlamında dile getirmiştir.
Rawls’a göre hakkaniyet olarak adalet kavramı iki farklı şekilde dile getirilebilir. Birincisi biçimsel adalet kuramıdır. Bu kuram varsayımsal bir toplum sözleşmesine dayanmaktadır.İkincisi ise bir toplumdaki kurumlarla ilgili olan dağıtıcı adalettir. Rawls’a göre bir kurumun adil olması için o kurumun hakkaniyet olarak adalet ilkelerine bağlı kalması gerekir. Çünkü dağıtıcı adalet , insanların bireysel hak ve özgürlüklerini koruyarak kaynakların dağıtımının eşit ve hakkaniyete uygun şekilde yapılmasını sağlar.
Rawls hakkaniyetin adalet olarak anlaşılması gerektiğini savunur. Ona göre adil bir toplum için gereken tek şey hakkaniyettir. Ancak hakkaniyete dayanabilmesi için o toplumu oluşturan bireylerin statülerinden konumlarından arındırılmış bir şekilde bulunmalarını da öngörmektedir.
Özgürlük ilkesine göre herkesin temel özgürlüklerine sahip olma hakkı vardır ve bu haklara asla dokunulamaz. Temel özgürlüklerin kısıtlanması bile Rawls için çok önemlidir. Ona göre ne olursa olsun bu hakların korunması gerekir.
Toplumsal kurumların adil olması gerektiğini , adalet kavramını hakkaniyetle birleştiren, toplumu oluşturan bütün bireylerin özünde eşit şartlar ve özgürlüklere sahip olması gerektiğini savunan John Rawls’ın düşüncesine katılıyorum.
Murat KOÇAKELÇİ
201951124
Rawls’a göre evrensel doğruların insan yaşamının bütün alanlarına uygulanmak zorunda olması bir sorundur. Bir başka ifadeyle, evrensel etik yasalar bireyin yalnızca siyasi alanda diğer bireylerle paylaştığı kamusal yaşamı değil, aynı zamanda bireyin özel alanına giren bireysel yaşantısını da düzenler. Kanımca da böylesine müdahaleci uygulamalar bireyin özgürlüğünü kısıtlar niteliktedir. Bu tarz yasalara geçerlilik atfedildiğinde otonom olmayan birey sayısı artacaktır. Çünkü her birey kısıtlamaya, baskıya karşı direnmeyi, özgürlüğünün dokunulmamış haline geri kavuşmayı ister. Rawls’un otonomi anlayışı da yalnızca siyasi alan içerisindeki davranışlara yön veren bir anlayıştır. Fayda kavramı da en az hakkaniyet, adalet kavramları kadar göreceli olduğundan her kültürün, toplumun ortak faydası değişkendir. Kaldı ki aynı toplumu oluşturan bireyler arasında ortak fayda sağlanması zordur. Hiçbir doktrinin evrensel olarak tüm bireylerin değerli bulacağı iyi hayat anlayışı iddiasını doğrulamayacağı bilindiğinden Rawls, adaletin kapsamını yalnızca siyasi alan içerisine sınırlandırır. Örtüşen bir konsensüsün belirlediği adalet prensipleri yalnızca siyasi alana uygulanmalıdır. Bu adalet prensipleri, Rawls’a göre farklı kapsamlı doktrinlerce benimsenebilir ve hangi iyi anlayışını benimsediklerine bakılmaksızın herkes için adaleti sağlayabilecektir. Bu da herkes için adil düzen demektir.
Mill’e göre adalet toplumun yararına olan şeydir. Bir şeyin adalete uygun olup olmadığını belirlemek için önce o şeyin insanlara ve topluma yararı olup olmadığına bakmak gerekir. Adalet kişilerin yarar, özgürlük ve haklarının teminat altına alınmasıdır. Kaynakların kıt olduğunu, bildiğimiz dünyanın artık değiştiğini, zor şartlar altında hayatta kalmaya çalışanların kendi çıkarlarına yönelik faydaları kanımca toplum yararı adına göz ardı edilmemelidir. Birisi temel ihtiyaçları gidermede ustaysa hem ondan eğitim alınmalı hem de elde ettiklerinden faydalanılmalıdır. Burada ustanın emeğinin karşılığı henüz verilemese de kıtlık durumunun azalmaya başlamasıyla ve refahın artmasıyla ustaya emeğinin karşılığı verileceği taahhüdünde bulunulabilir. Toplumun yararı ve devamı bireyin yararından önce gelir. Burada hayatta kalma içgüdüsü adalet gibi yüce bir erdemden önce gelir.
Rawls, en az avantajlı olanlar olarak belirlediği kesimin içine örneğin toplumsal üretime hiçbir katkı sağlamayan “üretim dışı insanları” katmamıştır. Rawls’un adalet anlayışı işbirliğini ortaya çıkaran sürece doğrudan katılanlarla ilgilidir. Kanımca üretime katkı sağlamayanlar aslında doğal yeteneklere sahip olmayanlar olabilir. Ancak onları toplumdan soyutlamak doğru değildir. Yeteneklerin nesilden nesle aktarımı ile toplumsal yarar maksimize edilmiş olur. Rawls’a göre doğuştan kazanılan ayrıcalıklar bireylerin toplumsal alanda eşit şansa sahip olmalarına engeldir. Doğal yeteneklerden, ancak bunlara sahip olmayanların durumunu iyileştirmesi koşuluyla yararlanılmalıdır. Bu saptama bize Rawls’un doğal yeteneklere göre yapılan dağıtımın adil olmadığını gösterir.
Fatma ŞİRİNGÜL
c1951164
Rawls, adaletin tesisinde eşit temel özgürlükler ilkesi, adil fırsat eşitliği ilkesi ve fark ilkesini savunmuştur. Eşit temel özgürlükler ilkesine göre her birey eşittir ve temel özgürlüklerden yararlanabilmelidir. Adil fırsat eşitliği ilkesi, insanların yetenekleri mukabilinde makam, mevki gibi fırsatlara ulaşabilmeleridir. Fark ilkesi ise, sosyoekonomik anlamdaki eşitsizliklerin en az avantajlı/dezavantajlı olanların maksimum yararına olacak şekilde düzenlenmesini gerektirir. Adalet tesis edilirken bu ilkelerin çelişmesi ya da çakışması durumunda ilkeler arasında bir hiyerarşi belirlemiştir. Bu hiyerarşide Rawls, sırasıyla en üst basamakta eşit temel özgürlükler ilkesine, devamında adil fırsat eşitliği ilkesi ve en alt basamağında da fark ilkesine yer vermiştir.
Rawls genel nitelikte bir adalet anlayışını benimsemiş ve buna ilişkin ilkeler geliştirmişse de tüm adalet teorilerinde olduğu gibi Rawls’ın adalet teorisinde de adaletsizlik durumları söz konusudur. Örneğin eşit temel özgürlükler kapsamında eşitlik ya da adil fırsat eşitliği her zaman ve mekânda geçerli olmayabilir. Teoride mümkün gibi görünen durumlar pratikte imkânsıza yakın olabilir. Bir başka örnek olarak fark ilkesinden hareketle, bazı devletlerin dezavantajlı olarak nitelendirdikleri çok uluslu şirketlerin, ülkelerinde yapacakları yatırım, istihdam ve üretim artışı gibi politikaları önceleyip bu şirketlere bir takım vergisel teşvik ve avantajlar sağlamasıyla bu şirketlerin karlarını maksimize etmeleri, ayrıca aynı alanda faaliyet gösteren ulusal firmalar ile tabi tutuldukları vergisel oran farklılığı vs. adaletsiz bir tablo ortaya çıkarabilir. Bu anlamda Rawls’ın adalet teorisinde benimsediği ilkeler, adaletin tecelli etmesi anlamında uygulamada bazı çelişkiler yaratmaktadır.
Öncelikle rawls cehalet peçesini çok mantıklı buluyorum yani kimsenin ne olacağını bilmeden yaşamayı seçmesi hakkaniyeti sağlar ve herkesin her şeyi olabileceği bir düzende bence de adil bir düzendir ama anlamadığım kısım orda geçen bir cümle eşitsizliklerin tüm yurttaşların yararına olduğunu gösterilebilirse bir toplum hem adil hem hakça olur diyor yani aslında teorin yada fikrin yanlış olabilir ama çoğunluk yada tüm halk bu fikri savunursa adil olur demek istiyor ama bence adil olması için her şeyin doğru yani hakça adil olduğunu düşünse de toplumun doğru olanı kabul etmesi ve onu kabul ederlerse adalet ve hakkaniyet ortaya çıkar diye düşünüyorum yani bütün insanların bir yanlışı kabul etmesi adil olduğu anlamına gelmez bana kalırsa
‘Hakkaniyet Adaletin Temelidir’ Makalesi Hakkında Düşündüklerim
Adaletin Evrimi
Adalet sürekli gelişen ve değişen bir kavramdır.Adaletinin özünün eşitlik olduğunu düşünüyorum.Doğa halinde kaynaklar fazla ve insan nüfuzu azdı. Doğa halinde eşitlik fikri yoktu. Kaynakların azalmasıyla birlikte ‘paylaşma ihtiyacının ortaya çıkmasıyla’ eşitlik fikri ortaya çıktı.Kaynakların çatışması devletin oluşum sürecini hızlandırdı.Tıpkı adaletin
değerini adaletsizlikten anlıyorsak kaynaklara ilişkin çatışma olmasaydı devlet ortaya çıkmazdı.Devletin ortaya çıkıp gelişmesiyle toplumdaki adalet anlayışı da evrime uğradı. Kurumların ortaya çıkması sosyal adalet anlayışının gelişmesine yol açtı.Rawls’ın tezini ise şu yönden eleştirmek gerekir.Başlangıç durumunda insanların devleti ortaya çıkarmalarında
ekonomik ve sosyal durumlarının doğal yetilerinin tarafsız kalmaları mümkün değildir.Halkların ekonomik ve sosyal durumları bellidir.Devlet bir sözleşme pazarlığı çerçevesinde bazılarının çok bazılarının daha fazla ödünler vererek ortaya çıkmasıyla kurulmuştur.Bu manada ilk çağdaki devletlerin kurulma sebepleri ekonomiktir.Yönetim biçimleri de devletin kurulma sürecinde bunun en önemli kanıtıdır.
Teoman Filizer
Prefabrik Adaletin Teorisi
Eşit, özgür, özgüvenli ve özsaygılı hatta yalnızca özsaygılı değil başkasının özgürlüğüne de saygılı, düşünen bireylerden oluşan bir toplum ve böyle bir toplumda farklı ‘iyi’ anlayışlarının olmasından ötürü ortaya çıkan bir ortak adalet anlayışı sorunu… Sorun değil mükafat, insan böyle bir toplumda yaşasam da tek sorun adaleti belirleyememek olsa diye düşünüyor.
İlk dersten beri takıldığım fikir hala yakamı bırakmış değil. Felsefenin gerçeklikten bu kadar kopuk olmasına bir mana veremiyorum ve bunu çok yanlış buluyorum. Toplumun çok ufak bir kesimini oluşturan bir zümre için üretilmiş, sipariş bir adalet teorisi var sanki karşımda. Tüm insanları kapsadığı ya da uygulanırsa kapsayacağı iddia edilen teorideki bazı hususları çok ilginç buldum ve bunlardan bahsedip neden felsefede gerçekten kopmamak gerektiğini düşündüğümü açıklamaya çalışacağım.
– Burada karşımıza bir toplum sözleşmesi çıkıyor ve bize ilk bakışta diğerlerine kıyasla daha kabul edilebilir izlenimi veriyor, fakat biraz üstünde düşününce durum tam tersi. Sözleşme öncesinde bireyler tüm sosyal, ekonomik, dini sıfatlarından ve fikirlerinden arınmalılar, bu durumda yalnızca insan olmanın gerektirdiği koşullarla baş başa kalacaklar ve ortak bir nokta bulunabilecek, herkes kendi bireysel çıkarından önce insanın çıkarını gözetecek. Elbette ben daha kaba şekilde ve felsefi terimler kullanmadan aktardım ama bu sayede paragrafa da arka fonda Meclis TV açık kalmış havası vermiş oldum. Bu durum arzu edilen ve aynı zamanda çokça vadedilen bir durum. Ancak gözden kaçan şeyler var; bir kere insan, eğer kullanmazsa kendini tanımlayamayacağı bazı sıfatlardan sıyrıldığı vakit o sıfatı taşımaktan dolayı yaşadığı zorlukları da sözleşmenin yapıldığı süre boyunca ardında bırakmış olacak. Örneğin bir kadın, kadın olduğunu unuttuğu zaman, pratikteki dezavantajlarına yönelik uygulamaları bertaraf edecek isteklerde bulunamayacak. Her şeyden önce, uyuşmazlıklara adaletli çözümler getirilebilmesi ya da getirilecek adalet sisteminin hiçbir uyuşmazlığa veya adaletsizliğe mahal bırakmayacak türde bir sistem olabilmesi için var olan ya da var olması kuvvetle muhtemel uyuşmazlıkların arkada bırakılması değil öne çıkarılması gerekir. Soruna objektif bir çözüm getirebilmek adına bireysellikten uzaklaşılması ve böylelikle olaya tarafsız gözle bakılmasının sağlanması kabul edilebilir ve mantıklı olsa da bundan önce sorunun ne olduğunun tespit edilmesi şarttır ve bu da sorunun öznelerinden ve öznelerin deneyimlerinden bağımsız şekilde yapılamaz. Tespitten sonra kimlikten sıyrılmanın daha faydalı olacağına inanıyorum. Bir diğer nokta, her insanın biricik olması onu diğerleriyle ortaklaştıran en önemli faktörlerden biridir. Yani, A’yı A, B’yi B yapan farklı olma, şahsına münhasır olma durumu her insanda ortaktır. Zaten önemli ya da değerli olan şey de bu ortaklığın fark edilmesi ve yine bu ortaklığa hürmeten farklılıklara saygı duyulması gerektiğinin öğretilmesi ve bireylerin bunu kabul etmesidir, uygulamasıdır. Benden hiçbir farkı olmayan bir insana saygı duymak benim için yapılacak en kolay şeyken sıkıntı zıttıma duymam gereken saygıyla birlikte ortaya çıkar. Zor olan ve yapılması gereken kimliğiyle, inancıyla ya da inançsızlığıyla, fikriyle, rengiyle, insanların tüm bu farklılıkları üzerlerinde taşıyarak bir çözüm üretmesidir. Bu şekilde üretilecek olan çözüm ancak kendisinden beklenen etkiyi doğurabilir.
Bu noktada belirtmek istediğim diğer şey, insanın ekonomik, sosyal, dini statülerinden, ırkından, cinsinden vs. arınması, tekdüze bir insan profiline ulaşmamızı sağlamaz. Çünkü insanı var eden unsurlar bunlardan ibaret değildir, fiziksel özellikler ve karakterleri de insanların kendilerini tanımlamalarında önemli rol oynar. Makalede geçen tüm kimliklerden sıyrılmış biri hala bencil ya da merhametli ya da cesur vs. olabilir ve bunlar da belirlenmesi amaçlanan ortak adalet anlayışını ve sözleşmeyi etkileyecek unsurlardır.
– Sözleşmeye dair iki koşuldan bahsedilmiş, biri özgürlükle ve diğeri de eşitsizliklerin dağıtımı ya da düzenlenmesi ile alakalı.
Deniyor ki: “… ilkin, her kişinin diğeriyle aynı olan en temel özgürlüklerde eşit hakkı vardır. İkincisi, sosyal ve ekonomik eşitsizlikler öyle bir düzenlenmelidir ki bunlar makul olarak herkesin avantajına olmalıdır ve makam ve mevkiler herkese açık olmalıdır.” Bu cümlelere itiraz etmek için ya faşist olmak ya da insan haklarına ve onuruna saygı duymamak gerekir. Mesele neyin yapılması gerektiğinde değil nasıl yapılacağında, ‘… öyle bir düzenlenmelidir ki…’ demekle bir şeyleri çözmüş olmuyoruz. İnsanlar özgür olmalı diye bağırmak özgür olmadığımız gerçeğini değiştirmemekle beraber bunun nasıl gerçekleşeceğine dair somut, yaşamdan kopmamış fikirler içermediği sürece kulağa hoş gelen bir ses olmaktan öteye gidemiyor.
İlk haftadan beri aynı düşüncede olmaktan son derece rahatsızım fakat düşüncelerimin aynı olmasının nedeni, felsefenin soyutluğunun hangi boyutta kalması gerektiğini tam kavrayamamış olmam. Ben hala felsefenin hayattan koparılmasını yanlış buluyorum ve bulmaya da devam edeceğim.
Rawls, toplumdaki eşitsizlikleri en dezavantajlı olan grubun lehine olması şartıyla normal karşılar. Bence burada temel sıkıntı bu şekilde yapılan bir gelir dağılımının çok kolayca servet eşitsizliklerine de yol açabileceğidir. En fakir kesimin gelirini arttırması koşuyla zengin kesim de kazancını katlayarak arttıracak ancak bu kişiler zamanla daha zengin olmalarına rağmen aralarındaki gelir farkı giderek daha da büyüyecek. Rawls’a göre dezavantajlının lehine olduğu sürece bu durum adildir ancak gerçekte toplumsal dengeyi daha çok bozmakta ve halihazırda avantajlı olan kişileri daha üstün hale getirmektedir. Bu yüzden kaynakların dağıtımında kesinlikle bir sınırlama getirilmelidir. Yani fakirin durumu ne kadar iyileştirilse iyileştirilsin, zenginin zenginliğinin de bir sınırı olmalıdır.
Rawls ayrıca kişinin cinsiyetinin, ırkının, ülkesinin şans eseri olduğu kadar yetenekleri ve zekasının da şansa bağlı olduğunu söyler. Burada kişinin hangi özelliğini doğuştan getirdiği hangisini ise kendisinin geliştirdiğinin ayırt edilmesi zor olabilir. Rawls’un, bireyin kişisel seçimlerinden kaynaklansa dahi eğer dezavantajlıysa eşitsizliğin giderilmesini savunduğunu biliyoruz. Buna göre, kişi bilinçli bir karar verip kumar oynamış ve parasının tamamını kaybetmişse Rawls’ta bunun telafisi mümkündür. Ancak bence, doğal bir şansızlıktan kaynaklanmayan, kişisel tercihlerden doğan bir eşitsizlik varsa bu kişinin lehine bir düzenleme yapılması Dworkin’in de söylediği gibi amaç edinilmemelidir.